Tiyatro yaşamın aynasıdır... Ana Sayfa
Forum Anasayfası Forum Anasayfası >7 - DİĞER KÜLTÜR VE SANAT DALLARI >Felsefe,Sosyoloji,Psikoloji
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  SSS SSS  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Kilitli Forumİnsanın Sekiz Evresi

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz
Yazar
Mesaj Tersinden sırala
  Konu Arama Konu Arama  Konu Seçenekleri Konu Seçenekleri
terapist Açılır Kutu Gör
Yönetici
Yönetici
Simge

Kayıt Tarihi: 01.Ocak.2007
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 1803
  Alıntı terapist Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: İnsanın Sekiz Evresi
    Gönderim Zamanı: 12.Haziran.2009 Saat 19:18
LOL
Yukarı Dön
terapist Açılır Kutu Gör
Yönetici
Yönetici
Simge

Kayıt Tarihi: 01.Ocak.2007
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 1803
  Alıntı terapist Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 17.Aralık.2008 Saat 10:52
    1)GÜVEN YADA GÜVENSİZLİK (Oral-duyum dönemi)

 

     Bu dönem Freud'un oral döneminin karşılığıdır ve yaşamın ilk yılı boyunca sürer.

 

     Bebekte toplumsal güven duygusunun ilk belirtileri beslenme, uyku sindirim gibi işlevlerde düzen ve rahatlığın bulunuşudur. Bu dönemde bebek tümden alıcı bir yapıdadır. Dışarıdan verilecek besinler, uyaranlar ve uygun bakım olmazsa yaşamını sürdüremez. Bu "alıcı" yapıya karşı annenin "verici" oluşu karşılıklı bir düzen ve denge sağlamaktadır. Çocuğun rahatlığı yada tedirginliği, çevresinde kişilerin bulunup bulunmamasına, gereksinimlerinin karşılanıp karşılanmamasına bağlıdır. Alıcı organizma verici bir varlık sayesinde,zaman içinde, yalnız biyolojik bir almayı değil, toplumsal bir anlamı olan bir alıp vermeyi de öğrenir. İlk toplumsal işlev-örüntü budur. Doğal olarak tümden almayı bekleyen bir organizma karşısında vermeyi bilen ve buna hazır olan bir yetişkin insanın bulunuşu karşılıklı işleyen bir bütünü oluşturur. Annenin vermeye hazır oluşu ve bunu istemesi, onunda vericilikten bir şeyler aldığını gösterir. Böylece bebeğin ilk toplumsal başarısı, büyük kaygı ve öfkeye kapılmadan annesinin göz önünden silinmesine, bir süre uzak kalmasına dayana-bilmesidir. Böyle bir başarı, bebeğin benliğinde varlığı artık kesinlik kazanmış bir annenin bulunduğunu gösterir. Anne bir süre gözden uzaklaşabilir. Fakat az sonra gelecektir. Gözden şu anda silinmesi tümden yok olması anlamında değildir. Demek ki düzenli alma-verme ilişkisi bebeğin zihninde annenin sürekliliğini sağlar. Karşılıklı etkileşen bu iki organizmanın bütünleşmesindeki temel öğeler süreklilik, tutarlılık ve aynılıktır. İlişkide süreklilik vardır, sık sık değişmemektedir. Bakım biçimi toplumun gereklerine ve olanaklarına göre bir tutarlılık içindedir. Bebeğin zihninde oluşan imgesel kişilerle ona bakım veren kişiler aynı kişilerdir. Yani artık sürekliliği, tutarlılığı ve aynılığı olan kişiler bebeğin ruhsal yapısını içselleştirmişlerdir. Ruhbilimindeki nesne sürekliliği (object constancy) kavramının bebekteki oluşumunu Erikson böyle açıklıyor. İşte anne çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta "temel güven duygusunun" özünü oluşturur. Bu duygu bir yandan çevrenin güvenini yansıttığı gibi, bir yandan da kendi benliğinin süreklilik ve aynılık taşıyan, bakılmağa değer bir varlık olduğunu gösterir. Yani hem çevre, hem kendi varlığı güvenilir durumdadır. Erikson'un görüşünü şöyle de özetleyebiliriz:" Çevremdekiler, bana bakıyor, veriyor, varlığımı tanıyor. Onların sürekli, tutarlı ve aynı kişiler oluşu güvenilir kesinliktedir. Bende verilmeğe, bakılmağa değer, güvenilen bir varlığım" Kuşkusuz bebeğin böyle bir değerlendirmeyi duygusal ve bilinçsel düzeylerde yaşayıp yaşamadığı bilinemez. Bunların ancak. Bunları ancak sözlük öncesi (preverbal) duygular, seziler, fizyolojik algılar olarak düşünebiliriz. Bu evredeki çocuk sanki kendi varlığını kendisine verilenlerle eş tutmaktadır. "Ben bana verilenim" (I am what I am given)

 

     Bu dönemin tehlikesi çocuğun yeterli güven duygusu kazanamayışı ve temel güvensizlik çekirdeğinin bütün oluşudur. Böyle bir durumun örnekleri aile içinde büyüme olanağı bulamayan çocuklarda görüyoruz. Çocuğa çok iyi bakım veren, fakat bakıcılarda süreklilik ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en önemli sorun temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır. Ruhsal bozukluklar arasında temel güven duygusunda eksikliğin en iyi örneği çocukluk şizofrenisinde gözlemlenebilir. Temel güven duygusunun yaşam boyu zayıf oluşu yetişkin kişide şizoid yada depresif türden içe kapanmada görülebilir. Bu tür bozukluklarda sağaltımın birinci koşulu temel güven duygusunun yeniden sağlanabilmesidir. Temel güven ve güvensizlik arasındaki çatışmanın çözümü için gerekli davranış örüntülerinin geliştirilmesi benliğin ilk görevlerinden biridir. Bu, aynı zamanda annenin de ilk görevlerinden biridir. Ama burada şunu açıkça belirtmek gerekir ki, "bebeklik çağında elde edilen güven duygusunun niceliği, bebeğe verilen besinlerin ya da sevgi gösterilerinin niceliğine değil, daha çok anne çocuk ilişkisine bağlıdır. Ancak, bu dönemde en verici koruyucu çevrede bile, bebek değişik derecelerde örseleyici durumlarla karşılaşır. Bu örseleyici durumlar, kimi kez çevresel, toplumsal, ekonomik koşullar nedeniyle ortaya çıkar. Çoğu kez de bebeğin kendi doğal gelişme sürecinde belirir. Örneğin dişlerin çıkması ile bebek meme başını ısırınca, anne ister istemez memeyi çekecektir. Bu gelişme ile anne çocuk bütünlüğü artık değişmekte; bu bütünlük en azından memeye sarılabilme bakımından bozulmaktadır. Bu tür örseleyici olaylar her kişide bir temel güvensizlik duygusunun da çekirdeğini oluşturmaktadır. Önemli olan, aradaki dengenin sağlanması; çocuğun kendi benliğini ve çevresini daha güvenilir olarak algılayabilmesidir. Fakat, en uygun koşullarda yetişen çocuğun ruhsal dünyasında bile bir zamanlar anne kucağında yaşanmış tatlı bir cenneti yitirmiş olmanın ilkel bir acısı ve bu cennete karşı evrensel bir özlemin kalıntısı bulunmaktadır. Bebeklikte en çaresiz ve bağımlı bir dönemde yaşanılmış ve sonradan yitirilmiş olan bu cenneti yeniden bulma gereksinimi, Erikson'a göre, bir tanrıya inançta simgeleşmektedir ve dinlerin temelini oluşturmaktadır.

 

     2)ÖZERKLİK YA DA UTANÇ VE KARARSIZLIK (Anal kas dönemi)

 

     Freud'un anal döneminin karşılığı olan bu dönem ikinci ve üçüncü yılları kapsar. Birinci yaşın sonuna doğru çocuğun kas ve hareket dizgesi hızla gelişir. Ayağa kalkmak ve yürüyebilmek, çocuğun anne kucağından çevreye doğru uzanması; yatay ve bağımlı var oluştan, dikey ve hareketli, özerk varoluşa geçişin ilk adımlarıdır. Hareket dizgesinin gelişmesi yanı sıra, çocukta işeme ve dışkılama işlevlerini gören büzgeç kaslar olgunlaşmaktadır. Büzgeç kaslarının olgunlaşması işeme ve dışkılamanın artık isteğe bağlı olarak yapılması demektir. Yani çocuk isterse tutabilir, isterse bırakabilir. Böylece birbirine karşıt iki istek, iki eğilim ortaya çıkar. Çocuk, birbirine karşıt iki eğilim arasında bir seçim yapabilme durumuna girmiştir. Bu durum, insanoğlu için yepyeni bir yetinin gelişmesi demektir; istemek ya da istememek, yapmak ya da yapmamak İşte özerklik duygusu birbirine karşıt istek ve eğilimler arasında bir seçim yapabilme gücüdür. İşeme ve dışkılamayı isteyince tutabilme ya da bırakabilme, giderek toplumsal anlam taşıyan bir çok davranış örüntülerine de geçer, ve genelleşir. Ve çocuk, iki tür toplumsal işlev-örüntü ile denemeler yapar: tutmak, bırakmak. İlk toplumsal işlev-örüntü almak, almayı bilmektir. Bu evrede ise birbirinin karşıtı iki davranış örüntüsünün geliştiğini ve ilişkilere yansıdığını görüyoruz: İnsanları, eşyayı, parayı, alışkanlıkları, sevgiyi vb. tutmak, bunlara tutunmak ya da bunları bırakmak, bırakabilmek. Tutmak ve bırakmanın toplumsal uyum için bir çok olumlu yönleri yanı sıra, olumsuz yönleri de gelişebilir. Örneğin tutunmak, kin, yıkıcılık ve saldırganlıkla yüklü, kısıtlayıcı bastırıcı bir tutuculuk eğilimi ile belirgin olabilir. Bırakmak da kırıcı, yok edici eğilimleri kolayca ortaya sermek ya da rahat bir bırakıcılık ve boş verme biçiminde belirebilir.

 

     Çocukta bu evrede birbirine karşıt eş-anlı iki eğilim arasında bir seçim yapabilme yetisi gelişmektedir. İşte bu evrede, dışarıdan yapılacak denetim ve öğretiler, çocuğun seçim yapabilme yetisini aşırı uçlara götürmeyecek biçimde güven verici olmalıdır. Yoksa yapılan seçim inatçı bir tutmaya ya da istenilmeyen yer ve zamanda öfkeyle bırakmaya yol açabilir. Örneğin çocuk kakasını inatla tutabilir, ya da bunları öfkeyle fırlatırcasına bırakabilir. Bu evrede ana-babanın kesin ve tutarlı davranışları çocuğun seçim yapma yetisini, özerkliğini zedelememelidir. Çocuk içinde bulunduğu toplumun beklentilerine göre bir şeyleri yapmayı, örneğin kakasını, çişini uygun zaman ve yerde bırakmak üzere tutmayı öğrenirken, ağır utandırmalar ve cezalarla karşılaşırsa utanç ve kuşkuculuk duyguları yerleşir. Böylece bu duyguların etkisi ile "seçim" yapabilme ve "istenç" (irade) yetilerinin gelişmesi kösteklenebilir. Bu devredeki tehlike utanç ve kuşkuculuk duygularının aşırı gelişmesidir. "Utanç duygusu, uygar dünyada, daha çocukluğun erken dönemlerinde suçluluk duygusu ile karışmaktadır. Bu nedenle de yeterince incelenmemiştir. Utanç duygusu kişide göze görünmemek; bakıldığında yüzünü örtmek; yerin dibine geçmeyi istemek biçiminde algılanır. Utanç duyan kişide aslında kendine yönelik bir öfke vardır. Kuşku ise utancın kardeşidir. Utanç kişinin ortalıkta görünebileceği; kuşku ise kişinin bir önü, bir özellikle arkası olduğu bilincine bağlıdır. Çocuk kendi arkasını göremez; fakat bu arka başkalarınca denetlenmek istenmektedir. Çocuğun arkası karanlık bir bölgedir ve bu bölge başkalarınca istila edilerek, denetlenerek Özerklik duygusunun gelişmesi engellenebilir. Böyle bir durumda utanç ve kuşkuculuk kaçınılmaz olur. Tuvalet eğitimi sırasında, çocuğun kıçının sürekli denetlenmesi onda başkaları tarafından denetlenen "arkası" olduğu bilincini pekiştirir. Bu da yetişkin yaştaki saplantı (obsession) kuşkuculuğuna ya da paranoid korkulara yatak hazırlayabilir. Bu evrede, çocuk birbirine karşıt duygu ve eğilimler üzerinde giderek bir denge kurmayı seçim yapabilmeyi ve irade yetisini geliştirir. Özetle; özerklik duygusu bireyin yalnızca ayrımlaşmış bir varlık olduğunu algılaması değildir. Aynı zaman da karşıt dürtü ve eğilimler arasında bir seçim yapabilmesi, benlik saygısını yitirmeden, utanç ve kuşkuya kapılmadan kendi kendisini denetleyebilmesidir. Erikson, tanrıya inancın kaynağında temel güven duygusunun bulunduğunu ileri sürmüştür. Toplum içinde "yasa ve düzen" ilkesini de özerklik ve istenç duygusuna bağlamıştır.

 

     3)GİRİŞİM YA DA SUÇLULUK (cinsel devinsel dönem)

 

     Freud'un fallik döneminin karşılığı olan bu dönem beşinci yıl sonuna kadar sürer. Çocuk 3-4 yaşlarında beden ve kişilik bakımından hızla büyümektedir. Artık sanki bir yetişkin gibi daha sevecen ve rahat; düşüncesinde daha parlak; hareketlerinde daha canlı ve etkindir. Bu dönemde çocuğun motor gelişmesi hızla olgunlaşırken, cinsel organlara yönelik ilgileri de artmıştır.

 

     Erkek çocuğun davranışlarında girici atılgan davranış özellikleri ağırlık kazanır. Kızda ise ele geçirme yada çekici oluş gibi davranış biçimleri gelişir. Çocuğun motor ve zihinsel güçlerinin artışına bağlı olarak, eylem alanı, istek ve emelleri de genişlemektedir. Bu evrede çocuk, düşüncede ve eylemde cinsel konulara, bilinmeyen şeyleri öğrenmeye, çevresinin çapını genişletmeye yönelmiştir. Cinsel ayrılıkları tanıması, bu ayrılıklarla ilgili bilmediği bir çok şeyleri de öğrenmek isteğini kamçılar. Artık anne, yalnızca çocukta bakım veren en yakın kişi değil, aynı zaman-da karşı cinsten anlamı olan bir kişidir. Bu evre, Oedipus çatışmasının, iğdişlik korkusunun ve yasak-sevi (insest) kuralının algılandığı, kavranıldığı dönemdir. Bu evrede çocuk cinselliğinin artık yeni bir boyut kazanması, yani eşeysel anlam taşıması ile çocuk özel bir kritik dönem geçirmektedir. Bu dönemin üstesinden gelmek için çocukluk cinselliği artık bırakılmalı; yavaş yavaş ana ya da baba olma sürecine girilmelidir. Ana ile ya da baba ile özdeşim yaparak çocuk benliği gelişir, üst benlik oluşmaya başlar. Çocuk, içinde bulunduğu toplumun rollerine, işlevlerine kurallarına göre davranmaya; o toplum için geçerli araç gereci, silahı kullanmaya ve kendisinden küçük çocuklara bakım vermeye yönelir.

 

     İşte çocuğun psikososyal gelişiminin bu evresinde, cinsel konulara dalması, bitmek bilmez bir öğrenme merakının ortaya çıkması, anne yada babanın yerine geçmeye özenmesi ve bu doğrultuda emeller beslemesi girişim duygusunun öncüleridir. Girişim her eylemin zorunlu bir parçasıdır. İnsanoğlunun her öğrenmesinde, her eyleminde en önemli başlatıcı öğedir. Bu evrede, oluşan temel toplumsal işlev-örüntü "becermedir". İngilizce de "making" çok yerinde ve güçlü bulan Erikson, bu sözcükte saldırma ve elde etmenin sağladığı bir doyumun olduğunu yazar. "Girişim ve becerebilme" bu iki yalın sözcük, yaşamda verilen tüm savaşımları, çabaları, başarıları tanımlayabilir. En küçük işi becermede, en karmaşık bilimsel ya da sanatsal çalışmada, en yoğun sevişme ve cinsel birleşmede bu iki sözcüğün taşıdığı anlamlar yatar. Bu nedenlerle, bu evrede yaşanılan psikososyal bunalımın, çocuğu ağır suçluluk duygularına sürüklememesi gerekir. Çocuksu eylemleri, atılmaları, soru sormaları ve cinsel ilgileri yüzünden sık sık korkutulan, ceza gören çocukta giderek ağır suçluluk duyguları doğuran bir üst benlik oluşur. Bu üst benlik kimi kişilerde ilkel acımasız ve çok katı olabilir. Böyle bir üst benliği olan çocuk aşırı ürkek, uysal ve girişim duygusundan yoksun büyüyebilir. Bireyin girişim ve becerme gücü ceza korkusu ve suçluluk duygusu ile kısıtlanır. Çocukluktaki anne-baba ya da çevre korkutmaları ve cezaları artık bireyin üst benliğince yürütülmektedir. Bu tür girişim kısıtlanışı ve suçluluk duyguları kişinin edilgen, ürkek ve bağımlı kalmasına yol açar. Kimi zamanda histerik kısıtlanma belirtilerine, cinsel güçsüzlük ve yetersizlik duygularına neden olabilir. Özetle:Çocukluğun 3-6 yaşlarında gelişen olumlu benlik öğesi girişim duygusudur. Girişim duygusu özerk ve özgür düşünmek, geleceğe yönelik erekler beslemek ve eyleme geçmek için rahatlık ve güç sağlar. Bu dönemin tehlikesi aşırı suçluluk duygusunun gelişmesidir.

 

     4) BECERİ YA DA AŞAĞILIK DUYGUSU (Gizil dönem)

 

     Freud'un gizil döneminin karşılığı olan bu dönem ilkokul çağını kapsar ve 6-11 yaşları arasındaki dönemdir. Çocuk ruhsal dünyası ile, artık gerçek yaşama geçmeye hazır gibidir. Fakat önce, ister tarlada ya da ormanda, ister sınıfta olsun, bir okul yaşamından geçmesi gerekir. Büyüyerek gerçek bir anne ya da baba olacaksa, eski çocukluk ereklerini unutup, içinde yaşadığı toplumun gereklerine göre bir şeyler yapmayı öğrenmesi zorunludur. O toplumda geçerli öğrenme alanı ne ise, o alanda çalışması ve üretici olabilmesi için gerekli hünerleri kazanmalıdır. Klasik psikanalitik deyimle bu gizillik döneminde çocuk çabucak ana-baba olma ereklerini bırakır, unutur; daha doğrusu bu erekleri olumlu eylemler doğrultusunda yüceleştirir. Ana-baba olabilmek için önce üretici bir çalışma ve yapıcılık ile kendine bir yer kazanması gereğini öğrenir. Artık kendi ailesinin koruyucu yatağında değil, toplumun sağladığı öğrenme ve çalışma alanında kendini göstermek zorundadır. Okul çocuğunun benlik sınırları içine artık araç gereçler girer. Bu araç -gereçleri kullanabilmek için beceriler geliştirir. Bu dönemde, bütün toplumlarda çocuklar, düzenli ve tutarlı eğitim-öğretim görürler. Bunun yalnız okuma-yazma biçiminde olması gerekmez. İlkel topluluklarda ana-babadan ve büyük çocuklardan öğrenilen bir çok beceriler vardır. Böylelikle, büyüklerin dünyasına egemen olan araç-gereci silahı kullanmayı öğrenerek, o toplum teknolojisinin temelleri çocuk benliğine yerleşir.

 

     Bu dönemde çocuğun karşılaşabileceği tehlike yetersizlik ve aşağılık duygusudur. Eğer araç-gereç ve öğrenim dünyasına uyum yapmaz ve umudunu yitirirse, onları benimsemeyebilir. Bunun sonucunda aile içi bağımlılığa dönebilir. Yani çocuk, birçok araç ve gerecin kullanıldığı dünyada kendi araç-gereç takımının (el, kol, ayak, cinsel organların gücüne güvenme, bunlarla ilgili becerebilme yetileri,zihinsel becerileri) zayıflığına ve yetersizliğine inanır. İşte böyle bir durumda çocuğun bağımlı,çekingen ve yetersiz olmaması için toplumun teknolojisi içinde geçerli olan rollerin çocuk için bir anlam taşıması sağlanmalıdır. Toplumda uygun ve gerekli görülen araçların kullanılması ve bunlara uygun beceriler öğretilirken çocuk zihninde bunların anlam kazanmalarına da dikkat edilmelidir. Örneğin avcı bir toplumda yetişkin erkek olabilmek için o topluma özgü av araçlarının büyük anlamı vardır. Ne yazık ki okuma yazmaya ağırlık veren çağdaş toplumların bir çoğunda okutulan şeylerin anlamı ve yararlılığı kuşkuludur. Bu dönemde bir başka önemli tehlikede çocuğun öğretilenleri olduğu gibi alması; bunların dışına çıkamaması ve sonunda öğrendiği teknolojinin kurbanı olmasıdır. Böylece çocuk benliği daralır, özerk ve girişimci benlik gelişmesi kısıtlanır.

 

     5)EGO KİMLİĞİ YA DA ROL KARGAŞASI (Erinlik ve erginlik dönemi)

 

     Toplumun araç-gereç ve beceriler dünyası ile iyi bir ilişkinin kurulması ve ergenlik çağının gelmesi ile çocukluk dönemi sona erer. Gençlik çağı başlar. Ergenlik ve delikanlılık yaşlarında bedenin ve eşeysel organların hızlı bir gelişimi olur. İçsel coşkular ve önemli gelişimsel sorunlarla karşılaşan delikanlı erkek ve kız kendisine eskiden aşılanmış roller ve hünerlerle, bundan böyle yükleneceği rolleri ve sorumlulukları karşılaştırır. Kimlik duygusunun kazanılması sürecinde çocuklukta yaşanmış olan kavgalar çatışmalar yeni baştan yaşanır. (Bağımlılık-bağımsızlık, güven-güvensizlik, oedipal eğilimlerin canlanması ile ilgili çatışmalar...) Bu dönemde delikanlı kendine göre ne olduğu ne olacağı ile, başkalarına göre kendisinin ne olduğu sorularına yanıt arar.

 

     Bu evrede benlik kimliğinin (ego identity) oluşması, çocukluk çağında yapılmış olan özdeşimlerin toplamından öte bir şeydir. Ergenlik ve delikanlılık çağının dürtüsel çalkantıları içinde bütün eski özdeşimler sarsılır; yeniden değerlendirilir. Eski özdeşimler delikanlının yeni değerlerine ve rollerine uygun nitelik kazandırılarak benimsenir. Böylece yenileştirilen özdeşimler le eski özdeşimler arasında bağlar kurulur. İşte kimlik duygusu benliğin bu bütünleştirme yetisinin artan biçimlerde yaşanması, kişiliğe yerleşmesidir. Temel güvenle ilgili bölümde çocukluk çağında kazanılmış olan içsel aynılık ve süreklilik duygusu- anlamı belirtilmişti. Bu evrede delikanlı, başkalarınca da nasıl tanındığına değerlendirildiğine büyük önem verir. Kendi bireysel benliğinde yerleşmiş olan süreklilik ve aynılık duygusu(sense of sameness) toplumsal yönden de kazanılır. İşte, Erikson'un kimlik duygusu (sense of identity) diye belirlediği duygu, eskiden çekirdek durumda var olan kimlik duygusu ile, bu dönemde gelişen ve toplumsal anlam yüklenen kimlik duygusunun bütünleşmesi ve buna bağlı olan güven duygusudur. Bir başka deyimle, ben neyim, ben kimim soruları karşısında delikanlının fazla kuşkuya ve bocalamaya kapılmadan kendi kimliğini tanımlayabilme ve kabullenme durumuna gelmesidir. Kimlik duygusunun cinsel, toplumsal ve mesleksel öğeleri vardır. Delikanlılık, belli bir eşeylik yapısına bağlı tamlık, yeterlik ve güçlülük duygusunun yerleştiği dönemdir. Gencin cinsel yapısı ve yeterliği konusunda önce bir takım soruları ve kuşkuları olabilir. Kendi cinsel yapısını, yeterlik ve gücünü, düşüncede yada eylemde, başkaları ile karşılaştırır. Bu konuda başkalarınca da nasıl görüldüğünü merak eder. Kendini sınar, yarışmaya kalkar. Zamanla,sağlıklı gencin bu tür sınamaları, yarışmaları, kuşkuları yatışır. Kendi cinsel yapısının ve yeterliğinin gerçekçi kabullenişi ile cinsel kimlik duygusu olgunlaşır.

 

     Toplumsal yönden kimlik duygusu, delikanlının kendi grubu ve toplumu içinde rollerini, yerini, değerini tanıması, tanıtmasıdır. Bu konuda da soruları kuşkuları olur. Kendisine toplum içinde bir yer arayan delikanlı, geçici bir süre de olsa, belli gruplarla ya da kahramanlaştırdığı kişilerle aşırı özdeşim yapar. Bir süre için sanki kendi kimliğini yitirir, bir başkası olur. Delikanlı kız ve erkekler kendi kümeleşmeleri içinde çok tutucu ve acımasız olabilir. Kendilerine benzemeyenleri dışarıda tutarlar. Kendi gruplarını, ülkelerini ve düşmanlarını katı kalıplar içinde görerek bir dayanışma sağlarlar. Bir yandan da arkadaşlarının içten bağlılığını, sadakatını denerler; gerçek dostluğu ararlar. Bu evrede görülen "aşık olma" yalnızca cinsel bir konu değildir. Delikanlı aşkı, büyük oranda, gencin kendi benlik imgesini bir başkasına yansıtması; onun tarafından nasıl görüldüğünü, nasıl değerlendirildiğini anlamak ve bu yolla kendi kimliğine tanım bulmak çabasıdır. İşte bunun için delikanlılık aşkında cinsellikten çok konuşma egemendir. Kimlik duygusunun gelişmesinde mesleksel uğraşıya yönelmek ve bir meslek kazanmak için eğitim ve hazırlıklara girmek büyük önem taşır. Hemen her toplumda kimlik ve meslek iç içedir. Bu nedenle, mesleksel kimliğin kazanılabilmesi için sağlanan eğitim ve iş olanakları ile ilgili sorunlar delikanlı bocalamasının en belirgin yanını oluşturur. Rolleri ve meslek uğraşları iyi belirlenmemiş, olanakların kısıtlı olduğu toplumlarda gencin uzun süre bocalaması kaçınılmazdır.

 

     Görülüyor ki kimlik duygusu, bireyin kendisinin (tüm bedensel ve ruhsal yapısı; geçmiş, şimdi, gelecekle ilgili öz yaşantıları, tasarımları ve ülküleri ile birlikte) bilinçli ve bilinç dışı kabullenişi olduğu gibi, cinsel, toplumsal ve mesleksel yönlerden somut gelişimlerin de tamamlanmasını gerektirmektedir. Delikanlılık, çocukluk ve yetişkinlik arasında bir geçiş, bir askıya alma (moratorium) dönemidir. Çocuklukta öğrenilen ahlak değerleri ile yetişkin yaşamdaki değerlerin karşılaştırıldığı çağdır. Kişinin toplumsal yerini, mesleksel konumunu ve cinsel kimliğini tanımaya, yerine oturtmaya çalıştığı bir dönemdir. İşte, bu çabaya ''kimlik bunalımı'' (identity crisis) denir. Kimlik bunalımı ile kimlik kargaşasını (identity confusion) birbirinden ayırmak gerekir. Kimlik bunalımı her delikanlının kendi kimlik duygusunu kazanabilmesi için bilinçli ya da bilinçdışı olarak verdiği bir savaşımdır. Bu savaşım kiminde daha sessiz, kiminde daha dalgalı ve fırtınalı geçebilir. Ana-baba ve toplumla değişik derecelerde sürtüşmeler, ters düşmeler olabilir. Bu bunalım coşkulu bir ırmağın yatağını bulması gibidir. Bu süre içinde ana-babadan bağımsızlaşma, toplumsal değerleri, ülküleri yeni baştan tartma ve kendine bir yol bulma çabası egemendir. Öyleyse, kimlik bunalımı (identity crisis) her gencin değişik yoğunlukta yaşadığı doğal bir süreçtir. Kimlik kargaşası (identity confusion) ise bu bunalımın ağırlaşması; geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır. Böyle bir durumda bocalayan genç, aşırı uçlara sapabilir; ağır cinsel kuşkulara, yetersizlik duygularına kapılabilir; bunaltıya, panik durumlarına girebilir. Ana - babaya, topluma karşı gelebilir. Zaman zaman ters kimlik (negative identity) belirtileri gösterebilir. Yani ana-babanın, hatta kendisinin beklentilerine ters düşen davranışları deneyebilir. Kimlik kargaşası ruhsal çökkünlük, aşırı taşkınlık, antisosyal davranışlar, hatta şizofreniye benzer belirtilerle ortaya çıkabilir. Uygun ortamda danışma ve tedavi ile bu fırtına yatışır. Kimi gençlerde de bir ters kimlik (negative identity) yerleşebilir. Kimilerinde de bu bocalamanın yıllarca sürdüğü görülür.

 

     6)YAKIN İLİŞKİLER YA DA SOYUTLANMA (Genç Yetişkinlik Dönemi ):

 

     Delikanlılık döneminden sonra genç yetişkinlik çağı başlar. Delikanlılık döneminde en önemli kimliğin araştırılması, kimlik duygusunun yerleşmesidir. Bundan sonraki dönemde, yani genç yetişkinlik çağında, artık birey kendi kimliğini bir başkasının yada başkalarının kimliği ile birleştirebilmeye hazırlar. Bu yakın ilişkiler kurma evresidir. Kuşkusuz eski dönemlerde de candan dostluklar, yakınlaşmalar olmuştur. Gençlik çağında başlayan yakınlaşmanın ise değişik bir boyutu vardır. Burada yakınlaşma, yakın ilişki kurma derken, bireyin somut birleşmelere, eşleşmelere kendini bırakabilmesi; bu yakın ilişkilerde özveride bulunabilmesi ve ödünler verebilmesi anlaşılmaktadır. Bir başka deyimle, kendi kimliğini bir başkasınınki ile birleştirirken kimliğini yitirme kaygısı yoktur. Örneğin bir sevgi ilişkisinde cinsel birleşmede, yakın arkadaş ilişkisinde, savaştaki dostluklarda bireyin kimliği bir başkası ile sanki birleşmiştir. Fakat o kişide, kendi benliğinin bir parçasını yitiriyormuş ya da kimliği tümden yok oluyormuş gibi kaygılar bulunmaz. Bulunursa o kişinin delikanlılık çağındaki kimlik bocalamasından henüz çıkmadığı, kimliğini bulamadığı anlaşılır. Kimliğin yitirileceği ya da yok olabileceği kaygısı ile kişi yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilir, ya da bunu başaramayabilir. buda derin bir yalnızlık duygusuna (sense of isolation) ve kendi kendine kalmaya neden olabilir. Bu evredeki tehlike yakın ilişkiler kurabilmenin karşıtı olan yalnızlık (isolation) duygusudur. Böyle bir kişi yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilir ya da ilişkiler kurmaya çalışırken önemli kişilik sorunları gösterebilir.

 

     Bir sağaltım aracı olarak psikanalizin kimi kişilere göre en başta gelen amacı her zaman düzenle işleyen ve doruk-doyuma (orgasm) ulaştıran cinsel uyumu sağlayabilmektir. Nitekim, Freud'a sağlıklı insanın tanımı sorulduğunda kısa ve yalın iki sözcükle yanıt verdiği söylenir: '' Sevmek ve çalışmak '' (lieben und arbeiten). Bu iki sözcük üzerinde düşündükçe anlamı derinleşmekte, genişlemektedir. Sevmek deyince sevişmekten insanları sevmeye; yalın iş yapmaktan, çok karmaşık yapıcı-yaratıcı, üretici uğraşılara kadar geniş ilişki ve eylemlerin kapsandığı anlaşılmaktadır. Psikanaliz kuramı insanlık için iyi cinsel uyumu bir ülkü olarak ortaya atmışsa da bunun nasıl bir uyum olduğunu açıkça tanımlamıştır. Erikson, kalıcı toplumsal anlamı olabilecek eşeysel uyum (genitality) "ütopyasında" şu öğelerin bulunması gerektiğini belirtir :

 

     1. Karşı cinsten

 

     2. Sevilen bir eş ile

 

     3. Karşılıklı doruk-doyuma ulaşılabilmesi

 

     4. Karşılıklı güven duygusunun paylaşılabilmesi

 

     5. a) İş b) Üreme c)Eğlence alanlarında birlikte bir düzen kurulabilmesi

 

     6.Yeni yetişecek kuşaklara yeterli gelişme olanaklarının birlikte sağlanabilmesi

 

     7) ÜRETKENLİK YA DA KISIRLIK ( Yetişkinlik Dönemi )

 

     Çocukların ana-babaya bağımlılıkları üzerinde çok söz edilmiştir; yetişkinlerin çocuklara bağımlılığı ise yeterince işlenmemiştir. Olgun insan kendisine bir gereksinim duyulmasını bekler. Olgun kişinin de kendi çocuklarından, yetişmelerine katkıda bulunduğu yeni kuşaklardan desteğe, rehberliğe ve bakıma ihtiyacı vardır. Üretkenlik deyince yeni bir kuşağı oluşturmak ve ona rehberlik etmek anlaşılmaktadır. Üretkenlik kavramı üretim yapabilme (productivity) ve yaratıcılık (creativity) anlamlarını da içermektedir. Özetle. orta yaşı kapsayan bu evrede, benliğin en önemli işlevi üretme, yaratma ve üretilen, yaratılan şeylere sevgi ile bağlanmadır. Burada üretilen, yaratılan şeyin yalnızca çocuklar olması gerekmez. Kuşkusuz bir çok kişiler için sanat, bilim alanındaki yapıtlar da üreticiliğin içinde sayılmalıdır. Bu evredeki tehlike kısırlık, verimsizlik, durağanlık (stagnation) ve benliğin yoksullaşmasıdır. Bir bakıma, orta yaş çökkünlüklerinde böyle bir durağanlık ve benliğin yoksullaşması söz konusudur. Bu tür çökkünlüklerde üretilmiş ve yetiştirilmiş olan ürünlerden, örneğin çocuklardan beklentilerin gerçekleştirilmemesi yetersizlik, yoksullaşma, durmuş olma duygusuna yol açabilir. İşte bu nedenle, bu evrede olumlu yön üretkenlik, olumsuz yön de durağanlık adını almaktadır.

 

     8) EGO BÜTÜNLEŞİMİ YA DA UMUTSUZLUK

 

     Yaşlılık dönemini kapsayan bu evrede, daha önceki evrede kazanılmış benlik özelliklerinin artık iyice olgunlaşması ve birbirleri ile bütünleştirilmesi benliğin en önemli görevidir. Benlik bütünlüğünün (ego integrity) kapsayıcı bir tanımını yapmak güçtür. Bu benliğin kendi içinde bir düzen ve anlamın bulunmasıdır. Bu benliğin yalnız kendisini değil, tüm insan benliğini özseverliğin ötesinde bir sevişidir. Benlik bütünlüğü, olumlu olumsuz, acı tatlı yönleri ile bir bütün yaşamın olduğu gibi kabul edişidir. Bu bir bakıma geçmişteki yaşantıların tümüyle kendisine ait olduğunun kabullenişi; geleceğin korku ve endişe ile karşılanmamasıdır. Yaşanmış olan geçmişin yeni baştan başka türlü yaşanabilmesi için pişmanlıklarla dolu bir özlem yoktur. Geleceğin ne olacağı bellidir ve benlik bütünlüğüne ulaşmış kişi sonucu kesin belli olan gelecekten, yani ölümden ürkmez. Benlik bütünlüğü duygusundan yoksun oluşun belirtisi geçmiş günlerin iyi yaşanmamış olduğu duygusu, yeni baştan yaşama özlemi ve ölüm korkusudur. Ölüm korkusunda bireyin kendine özgü tek ve bütün bir yaşamı oluşunun kabul edilemeyişi vardır. Bu çağın tehlikesi umut yitimi (despair) ve ölüm korkusudur. Umutsuzluk, vaktin artık çok az kalmış olmasına ilişkin bir duygudur. Vakit artık bitmek üzeredir, yolun sonuna gelinmiştir ve yeni baştan yaşamaya olanak yoktur. Bu nedenle de ölüm korkunç bir son demektir. Kimi yaşlılar böyle bir umutsuzluk ve ölümden korkma duygusuna kapılabilir. Ama çoğu yaşlı insan-da ölümü huzurlu bir ağırbaşlılıkla yaşamın doğal bir parçası olarak görür ve korkmaz. Bu yaşlılarda daha önceki evreler oldukça sağlıklı geçirilmiştir. Yeni baştan yaşayabilseydim tutkusu yoktur. Yaşlılığı da ona bir huzur sağlamaktadır. Ürettiklerinden hoşnuttur, huzurludur. Gençleri kıskanmaz ve horlamaz; onlara sevgi ve saygı duyar. İşte böyle bir ruhsal durumu yaşayabilen kişide benlik bütünlüğünün var olduğunu düşünebiliriz. Yaşlılık çağındaki "benlik bütünlüğü" duygusu ile bebeklik çağındaki "güven duygusu" hem birbirine çok bağlı, hem de benzemektedir. "yaşlılarda ölümden kokmamağa yetecek derecede benlik bütünlüğü olursa, çocuklarda yaşamdan korkmayacaklardır."

 

kaynak nesecetin.com



Düzenleyen Terapist - 17.Aralık.2008 Saat 10:54
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50 [Free Express Edition]
Copyright ©2001-2008 Web Wiz

Bu Sayfa 0,078 Saniyede Yüklendi.