Bir Oyuncunun
Ötesinde...
"Bunu nasıl becerdi? Bunca yıl heteroseksüel
rolleri almayı nasıl başardı?" http://www.istegenc.com.tr/content/sinema/article.asp?lngarticleid=4651 - 81. Oscar Ödülleri http://www.imdb.com/title/tt1013753/ - Milk ’deki rolüyle ödüle aday olan http://en.wikipedia.org/wiki/Sean_penn - Sean Penn ’i takdim konuşmasına böyle başlıyor, onun
oyunculuğuna şapka çıkarıyordu. Doğrusu, Milk’de canlandırdığı eşcinsel Harvey
Milk karakteriyle “En İyi Erkek Oyuncu Oscarı”nı evine götüren Penn, sahiden de
büyük oynuyor... töreninde “En
İyi Erkek Oyuncu” adayları tanıtılırken yılların eskitemediği usta oyuncu Robert
De Niro,
Sean Penn 17 Ağustos 1960’ta Kaliforniya’da sanatçı
bir ailenin çocuğu olarak dünya geldi: Annesi de babası da oyuncuydu, üstelik
babasının yönetmenlik deneyimi de vardı. Penn, daha sonra sergileyeceği politik
tavırlarını da evde kazanmıştı. Zira babası Amerika’da “komünist avı”nın
yaşandığı, komünist olduğu iddia edilenlerin dışlandığı dönemde “komünist”
olarak damgalanmıştı. Böyle bir ortamda büyüyüp, arkadaşlarıyla sörf yapmaktan
hoşlanan Penn lise yıllarından itibaren kısa filmler çekmeye başladı. 1981
yılında “Taps” adlı filmdeki küçük rolüyle kameraların önüne geçen Penn’in
yeteneği kısa sürede keşfedildi ve başrollerde gözükmeye başladı. Özellikle
sorunlu, öfkeli, dertli, çılgın genç karakterlerinde sergilediği performans
herkese parmak ısırttı Nispeten düşük bütçeli filmlerde rol almasına, ses
getiren yapımlarda pek gözükmemesine rağmen iyi “karakter oyuncusu” arayanlar
için Penn’in ismi listenin üst sıralarında yer almaya başlamıştı.
Penn, aynı dönemde özel hayatıyla da gündemde üst
sıralara gelir oldu. Zira 1985’te günümüzün “pop ikonu” Madonna ile sürpriz bir
evliliğe imza atmıştı. O zamanlar şimdikinden çok daha çılgın, deli dolu olan
Madonna ile evlilikleri doğal olarak sürekli takip edildi, gazeteciler
başlarından eksik olmadı. Bu durum Penn’in daha da tanınmasına yardımcı olsa da
bu evlilik, parlak ışıklar altında olmaktan zaten pek hoşlanmayan adamımızı gün
geçtikçe daha da zorlamaya başlamıştı. Hatta bir keresinde kendilerini takip
eden bir muhabire saldırdığı için bir ay kadar hapiste bile kaldı.
1989'da evliliklerini noktalamaya karar
verdiklerinde Penn, sinema endüstrisinin içinde bulunduğu durumdan da son derece
rahatsızdı. "Piyasa" için yapılan filmlerden duyduğu sıkıntı, sırf gişe getirisi
olsun diye yazılan saçma senaryolarla uğraşmaktan bıkması kendisini radikal bir
karara itti: "Oyunculuğu bırakmaya karar verdim." Hayranları bu açıklamayı daha
sonraları da sık sık duyacaktı. Ne var ki (ve tabii iyi ki!) her seferinde
içindeki sinema aşkı baskın çıktı; yapımın büyüklüğüne küçüklüğüne, alacağı
ücrete pek aldırmadan gönlünün kabul ettiği işlerde rol alarak 1990’lı yıllarda
birbiri ardına müthiş filmlere imza attı: Carlito’nun Yolu (Carlito’s Way), Ölüm
Yolunda (Dead Man Walking), U Turn (Kaybedenler), The Game (Oyun), The Thin Red
Line (İnce Kırmızı Hat)...
1995’te Ölüm Yolunda’da, 1999’da Sweet and
Lowdown’da, 2001’de Benim Adım Sam’de (I Am Sam) sergilediği üst düzey
oyunculukla “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday gösterilen Penn, bu üç
adaylığına rağmen bir türlü ödüle ulaşamadı. Aslına bakılırsa bunu çok
önemsediği de söylenemezdi, kimi ödül törenlerine gitmiyordu bile. Ancak 2003
yılında rol aldığı Gizemli Nehir ( http://www.imdb.com/title/tt0327056/ - Mystic River )
filmindeki Jimmy karakterine artık Akademi de kayıtsız kalamıyor, Sean Penn
dördüncü adaylığında “en iyi erkek oyuncu” Oscar’ını kazanıyordu.
2000’li yıllarla birlikte lise yıllarında olduğu gibi
kamera arkasına geçmeye de karar veren Penn, özellikle başrolünü Jack
Nicholson’ın oynadığı polisiye-gerilim türündeki Söz (The Pledge) (2001) ve
2007’nin en iyi 10 filmi arasında gösterilen, kendisini hayattan koparıp doğaya
atan bir gencin gerçek hikâyesinden sinemaya uyarladığı Özgürlük Yolu (In To The
Wild) filmleriyle beğeni topladı.
Her zaman burnunun dikine giden; ülkesinin savaş
politikalarına, dünyada yaşanan haksızlık ve adaletsizlikler karşısında ses
çıkarmadan duramayan; film endüstrisinde olan bitene aldığı tavırla gönülleri
fetheden Penn, eşcinsel hakları savunucusu Amerikalı Harvey Milk’in siyasi
hayatını anlatan Milk’de gösterdiği büyük oyunculukla “En İyi Oyuncu” Oscar’ını
bir kez daha kazandı. Penn’in henüz 50’li yaşları bile görmediğini düşünecek
olursak, izleyicilerine daha çok sinema ziyafetleri sunmaya devam edecek gibi
gözüküyor. Tabii günün birinde kafasına esip sinemadan bütün elini eteğini
çekmezse! Aslına bakılırsa, bu da kimse için sürpriz olmaz gibi. Ama biliyoruz
ki, sinemadan uzaklaşamayacak birisi O. Uzaklaşsa bile söyledikleriyle, yapıp
ettikleriyle her zaman insanlığın ortak vicdanına seslenecek...
incelemek istediğinizi filmler için http://www.imdb.com/ - iştegençe teşekkürler
|