R.Sinan AKBAŞAK... 'YAKIŞIĞI VAR'
http://gazete.tiyatroterapi.com/yonetim/yonetim_haber.asp?islem=sil&id=160 -
Bu yazım eş zamanlı olarak Beykoz Postası Gazetesinde de yayınlanmaktadır. http://www.beykozpostasi.gen.tr/ - http://www.beykozpostasi.gen.tr/
Yakışığı var…
Geçtiğimiz günlerde antika paltomun düğmesinin olmadığını fark edince
Beykoz’un çok yıllara yayılan esnafı Şadan Amca’nın tuhafiye dükkânına
uğradım. Benimle birlikte bir bey de girdi. Bir İstanbul beyefendisi
olan Şadan amca bana selam verdi, beye hoş geldiniz, buyurun dedi ve ne
istediğini sordu. Bir fermuar dedi bey, on – onbeş santimlik olabilir…
Koltuğunun altındaki torbada da fermuarın müstakbel konumu pantolon
olacak bir paket var. Ne için diye sordu Şadan amca… Bey,
canım iş pantolonu önemi yok. Herhangi bir şey olur deyince, küçükten
bir ses artmasıyla Şadan amca, olur mu canım… Her işin bir yakışığı var
cevabını yapıştırdı.
Ben düğme alacaktım… Çok fark etmez diye düşünüyordum… Ama bu düğmeden
ve bu boy bu renk olanından olmalı demeye karar verdim. Çünkü Şadan
amcanın dünyaya bakış açımıza dair pek çok şeyi anlattığını anladım
birdenbire. Evet, her işin bir yakışığı var… Bu cümleciğin içerisinde iş
görme becerisinin yanı sıra zarafet de vardı. Biz bunu unuttuk… Bunu
fark ettim. Günümüz koşuşturmacası bizi, basit ve geçiştirme çarelere yöneltti ve sonra ‘Ben yaptım oldu’ lar estetik yoksunluğuna, ‘idare ediver’ ler prensipsizliğe, ’aman canım nooolcak’ lar çizgisizliğe doğru aldı götürdü.
Bu kolaycılıklar yerini yeni bir dünya görüşü, yeni bir moda anlayışına
mı bıraktı bilmiyorum. Bence gözler yavaş yavaş şekilsizliğe alıştı. Bu
şekilde devam eden yaşam gittikçe estetik kalitesini kaybetmeye başladı
ve döngüye girdik. Daha az beğenerek yaşamak, daha az beğeni gerektiren
üretime dönüştü. Ürettiklerimiz itirazsız beğenilmeye başladı ve daha
kötülerini ürettik. Bu söylediğimi lütfen sadece tişört pantolona
indirgemeyin, bu her konuda oldu… Şekilsiz
binalar, anlamsız şarkılar, kitaplar, resimler, çiçek kirliliği yaratan
parklar ve hele hele mimar Sinan’ın torunları bizlerin yaptığı ve
üstadın kemiklerini sızlatan camiler. Beğenilerimizi,
yaşam alışkanlıklarımızı geliştirmek gereklidir dediğimizde kimi
dostlarımız, eskiden radyoyu vurarak, arabayı çiviyle, duvarı çamurla
tamir ederdik… Yanıtını verdi. Halbuki onlar gerçek çaresizliğin içinde
üretilen çarelerdi. Şimdikiler her türlü çareye ulaşmak mümkünken
gittikçe yetersizliğe-çizgisizliğe yolculuk başlattığımızın göstergesi…
Sadece durumu kurtarıp görüntüyü ihmal ettiğimiz yaşam bizi
ilişkilerimizde de çizgisizliğe doğru götürüyor. Sevmeden yaşadığımız
ilişkiler, dikkat etmediğimiz detaylar, fark edemediğimiz güzellikler
beynimizin depolama (tanıma-kaydetme ) özelliğini kaybettirdi. Herkes
herkese, ay bana bir haller oldu, hiç aklımda isim tutamıyorum… Ay ben
de bende, dün ne yaptığımı unutuyorum… Demeye başladı. Halbuki beynimiz
depolamayı gerçekleştirmeden önce duygusal tanıma- taramadan geçirerek
işlem yapıyor.. Yani hatırlayabilmek için sevmek, ilgilenmek ya da
nefret etmek gerekli.
Sanatsal beğenilerimizden söz etsek mi? Aslında korkuyorum da… Nereden
başlasam? Beğenilerimizin yerlerde süründüğünü söylesem haksızlık mı
etmiş olurum. Böyle söylemezsem en çok belden aşağı espriler onlara da
kahkahayla güldüğümüzü kim bana izah edecek? Hepimizin her şeyi bilmek
durumunda olmadığını, pek çok konunun uzmanlık gerektirdiğini, buna
rağmen ‘beğenmedim’ deme hakkımızın olduğunu ama asla ‘olmamış’ deme
hakkımızın bulunmadığını sürekli söylüyorum. Ama hakaret etmeyi nerden
hak gördüğümüzü anlamıyorum… Ben hepsinden geçtim, meydanlarda heykel
istiyorum… Duvarlarda tablolar, Parklarda insanlardan korkmayan kuşlar istiyorum.
Rastgele yaşamak yerine, farklı, öğrenmeyi devam ettirebildiğim,
Televizyonu korkmadan açtığım, gazeteye keyifle daldığım anları yaşamak
istiyorum. Yaşam tarzımız ’ol mahiler ki derya
içredir, deryayı bilmezler’... (balıklar denizin içinde denizi
bilmezler) şeklinde... Halbuki güzellikler içinde yaşarken bile farklı
güzellikleri görülebilmeli… Ağababam rahmetli, yemyeşil orman kenarında
billur derelerin yamacında yaşamasına rağmen çok çocuk, beş vakit
minberine geçtiği camisi traktörle bile zor ekilebilecek tarlasında
çapayla uğraşlarının arasında yılda bir kez çocuklarını alıp sultaniye
çayırına pikniğe, bir kez de keçiliğe (Poyrazköy’ün yanındaki koy) deniz
kıyısına giderlermiş. En sınırlı zamanımızda nefes arası, en dar
günümüzde soluk, en acılı günümüzde ışık yaratabilmeliyiz. Ben, Sabah kalkma sebebimizi kaybetmediğimiz günler, Birbirimizin gözünü içine bakarak selam verdiğimiz, elimizi canı-yürekten sıkan dostlar istiyorum. Öğrendiklerimizi öğretenlerin adını yâd ederek anmayı, öğrettiklerimizle anılmayı ve hiçbir konuda geç kalmamak istiyorum. Geç kalmak derken belki bir gülücük…
Boğazın güzel kıyısındaki sandal kiralama barakasının önünde patron megafonunu kaldırıp “99 numaralı sandal” diye bağırmış, “Saatiniz doldu dönün artık”... Dakikalar geçmiş sandalda bir hareket yok. “99 numaralı sandal” diye yinelemiş patron, “Size söylüyorum. Saatiniz geçti yoksa ceza ödersiniz.” Yardımcısı, “Patron bu işte bir hata var” diye uyarmış, “Bizim 75 sandalımız var... 99 numara yok ki?” Patron biraz düşünüp “Kahretsin” demiş, sonra yeniden megafonu kaldırıp, telaşla eklemiş: “66 numaralı sandal. Dayanın hemen geliyoruz.”
Sevmenin ve hoşgörü ve özenin yaşam tarzımız olacağı günleri bekliyorum… Ulaşmayı diliyorum.
R. Sinan AKBAŞAK
|