Güven meselesi
Güven meselesi
Güvenmek nedir, kim kime neden güvenmez veya neden güvenir? Böyle
başlıyoruz kafamızı karıştıran onlarca, hatta yüzlerce soruya… Güven
önceden yapıya konulan bir duygu–olgu mu, yoksa yaşam koşullarının
kotardığı bir ustalık mı? İkinci şıkka göz atacak olursak; bugünlerde
kimsenin kimseye güvenmediği özellikle kişilerin kurumlara olan güvenin
kaybolduğunu görüyoruz. Tesadüfen izlediğim bir televizyon programında
konu ‘güven’ idi ve sunucunun söylediğine göre toplumun her kesimi
temsil ediliyordu. Toplumun her kesimi elbette temsil edilmelidir tabii
ama bu kadar bariz belli olur mu insanların farklılıkları… Daha
bakışından, ‘ben senden değilim’ diye bağıran bir insanı, siz ve biz
diye bahseden ve dişlerini sıkarak, hışımla yerinden fırlayan,
bıraksalar karşısındakine saldıracak kişileri hangi koşullar oluşturdu?
Bir hınç toplumu mu olduk?
Daha küçücükken annelerin, ‘sen küçüksün yapamazsın’ deyip engellediği,
adımıza karar verdiği, ilk gençlikte uyarmak, yön göstermek yerine,
hedefi belirtip ulaşma şeklinizi ve hızını göstererek yardımsız
yaşamayacağımızı kafamıza kazıması mı oluşturdu bu günümüzü? Babamızın,
‘daha küçüksün’, öğretmenimizin ‘hiç bir şeyi anlamıyorsunuz’, bir
yetişkinin seslenirken ‘hişt küçük baksana’ demesi… Yalnız kaldığımız
ilk olayda ‘eyvah’ dememiz bundan mı olmuştu acaba… Tüm güven duygumuzu
bir kişide yoğunlaştırıp ters giden bir ilişkide tüm karşımızdakileri
güvenilmez ilan etmemiz bundan olabilir mi?
Her olayda en kötü örnek verilip en tehlikeli olay anlatılıp kendimizin
dışındakilere güvenmemek duygusu gelişirken, kendimize de
güvenemediğimizden boşluğa mı düştük?
Gerçek konularda kendimizde oluşturamadığımız bu güven duygusu uzmanı
olmadığımız ama uzaktan ‘nolur ki… Ben de yaparım’ duygusunu körükleyip,
çocukken plastik topa vurmak dışında yakınlığımız olmayan futbol
konusunda sporcu, antrenör veya yorumcu şekline geçip ahkam keserek, iki
defa seyrettiğimiz tiyatro salonunda oyundan sonra ‘şu oyuncu olmamış…
Şu duruş yanlış’ diyerek olmayan güven duygumuzu var gibi
gösterebildiğimizi mi düşündük?
Bu kadar sorudan sonra size ‘ben kimlere güvenirim’ kavramını açıklamam
gerekir her halde. Sahi, ben kimlere güvenirim ki? Acaba televizyon
kamerasında her soruya kendi cevap vermeye kalkmak yerine bu konuyu
ilgili bakanım ya da müdürüm size daha iyi açıklayabilir diyebilse, o
yetkiliyi ve açıklamayı yapan uzmanı daha bir güvenle dinlemez miyim?
Seminerde, toplantıda, açık oturumda çok şey anlatan bir uzmanın bir
soru ya da bilgide takıldığında lafı dolandırıp konuyu dağıtmak yerine
‘özür dilerim ben bunu bilmiyorum’ demesi daha önce tüm söylediklerini
bildiği duygusunu uyandırmaz mı? Ben bu konuşmacıyı uzman haneme yazmaz
mıyım?
‘Sorunuz var mı?’ diye soran bir kişi kendine, soruyu sorana güvenmiyor
ve üstelik sorunun cevabını da bilmiyorsa vereceği cevap: ‘Bu soruyu
sorduğunuz için teşekkür ederim… Şimdi şöyle… Aslında ben bu soruyu
soruş amacınızı ve arkasında kimlerin olduğunu…’ diye konuyu hiç
anlamadığınız bir şekilde nerelere götürebildiği rastlanmadık bir şey
midir? Böyle olsa bile ‘izin verirseniz bu konuyu burada konuşmayalım’
demesi daha güvenilir olmaz mı?
‘Hayatta yalan söylemedim… Bu işi benden daha iyi bilen yoktur… Şimdi
bir şey göstereceğim bayılacaksın… Müthiş bir gösteri hazırladım… Aabi
bi film yaptım ki Avrupa almak için ayağıma kapanacak… Bir mantı yaparım
parmaklarınızı yersiniz…’leri duyunca bende güven duygusu oluşmaz?
Pardon güvendiklerimi anlatacaktım… Az müsaade arıyorum.
Güvenin temelinde inanmak ve sevmek yatmaz mı? Bu ikisini de
kaybettiğimizi inkâr mı etmeliyiz. ‘İnandım ve sevdim onları…’ Bir
öyküde rastladığım bu cümlecik. Bunu anlatmak istiyorum. Bir devlet
okulundan çıkan, üst düzey eğitimlere ve mesleklere ulaşan çocukların
öyküsü. Aslında elleri öpülesi bir öğretmenin yarattığı mucizeydi
anlatılan. Ve ‘nasıl’ sorusuna ‘inandım ve sevdim onları diyerek’ sade
ama binlerce kelimeye bedel aynı zamanda tevazuunun doruklarında bir
cevap veriyor.
Oradan oraya gezindik durduk...Bu konuyu paylaşmak küçük bir köşeye
sığmaz. ‘Haydi, gelin şurada şu konuyu tartışalım desek’… Her halde hata
olur… mu, ne dersiniz? ‘Aslında en iyi köşe yazısını ben yazardım da
gözlüğüm buğulanıyor öyle olmasa ah neler yazardım… Acaba yazdığımı
kimler okuyor? Siz kimsiniz beyim… Üçüncü paragrafta onu demek istemedim
siz beni yanlış anladınız. Aaa size ne canım, benden daha mı iyi
bileceksiniz… Pardon tabii siz öyle söylüyorsanız… Ne demek efendim ne
demmeeek. Zaten bendeniz …’
Affınıza sığınarak yaşanmışım olan bir olayı fıkra niyetine
anlatacağım.
‘Elektrik şebekesinde çalışıyorum. Grup terfi sınavları var
ve sınava tek tek alıyorlar… Her çıkan içerdeki elektrik sayaçlarını
sıralayıp sayıyor ve aklınca iyilik yaparak gidiyor… Birinci aktif,
ikinci reaktif, üçüncü çarpanlı, beşinci kademeli vs… Sıra bana geldi,
içeri girdim. Hakikaten sıralı sayaçlar var… Bu aktif… Bu çarpanlı.. Bu
kademeli… Bu? Bunu hiç görmedim dedim. Komisyon başkanı: “Oh Allah’a
şükür atmayan biri çıktı… Evladım o sayacı senin görme ve bilme şansın
yok, 1960 yılında Almanya’da bir spor kompleksine ait özel ve bir tane
üretilmiş bir sayaçtır. Ama herkes tanıdı ve adını söyledi, yani hep
attılar, bir tek sen ‘tanımıyorum’ diyerek doğru cevap verdin… Zekamıza
hakaret etmediğin için teşekkürler” dedi. İnanın o sınavda sadece ben
terfi etmiştim…
Güvenilen dost olmanız, güvenebildiğiniz dostlarınızın çok olması
dileklerimle…
R.Sinan Akbaşak
|