KIRK BEŞ SANİYENİN NE KADAR UZUN OLDUĞUNU ÖĞRENDİĞİM GECE
Not: Bu yazıyı 45 yıllık inşaat mühendisi kimliğimle yazdım.
Bir gece yarısı uyanırsınız, olur ya uykunuz kaçar ya da tuvalet
ihtiyacınız vardır. Sonra ağır ağır yeniden uykuya geçmek üzereyken bir
sarsıntı başlar. Önce ne olduğunu anlayamazsınız, sonra fark edersiniz
ki deprem oluyor. Sağlam bir zeminde ve güvenli bir evdeyseniz, “Nasıl
olsa şimdi biter” dersiniz. Ama bitmek bilmez, hatta giderek daha çok
sallanırsınız, kalkıp pencereden bakarsınız, sokak ışıkları da mı
sallanmaktadır? Sonra birden bütün ışıklar söner, bütün kent karanlığa
gömülür. O güne değin hiç bu kadar karanlıkta kalmamışsınızdır,
yıldızların bu kadar çok ve parlak olduğunu da görmemişsinizdir.
Bütün bunlar olurken sarsıntı hâlâ sürmektedir. Bitsin istersiniz,
dursun bu sarsıntı... Gerçi olduğunuz yerde bir hasar yoktur ama doğamız
alışkın değildir böyle bir şeye. Hiç korkmuyorum diyen de ürperir ve
sürdükçe ürperti yerini korkuya bırakmaya başlar. Sonra durur her şey,
sanki sonsuz bir sessizlik vardır şimdi. Karanlık ve sessizlik,
ürkütücü, doğanın insandan üstün olduğunu kanıtlarcasına içinize işleyen
karanlık ve sessizlik. Kaç dakika sürdü diye düşünürsünüz, “çok uzun
sürmüş olmalı” diye geçer aklınızdan, “çok uzun…” Sonra öğrenirsiniz ki
kırk beş saniye sürmüştür, sadece kırk beş saniye, bir dakika bile
değil. Normal zamanda ölçüye bile almayacağınız bir süre. Bir otobüsü
veya vapuru dakikalarca beklersiniz uzun gelmez, fark etmezsiniz bile…
Sevdiğiniz bir şarkıyı dinlerken “Ne çabuk bitti” dersiniz. Ama az önce
zaman geçmek bilmemişti, bir dakikadan az süre bitmek bilmemişti.
Bir de yıkılan bir binada olduğunuzu düşünün. Ben düşünemiyorum o
koşullarda nasıl geçer o kırk beş saniye. O süre dolmadan bir duvarın
altında kalmışsanız, kör karanlıktaysanız. Az önce aynı odada sizinler
kalanlar var idiyse, şimdi onlar neredeler? Çok doğal olarak kendinizi
düşünmekten başkaları için hissizleşmiş olabilir misiniz? Bunun için
sizi ayıplayanlar olabilir mi? Sizin yaşadığınızı, hissettiklerinizi
bilebilir, anlayabilirler mi? Belki bir anne ya da babasınız, size ne
olursa olsun, eğer aklınız henüz sizinle beraberse “yavrularım” diyen
kendinizden başkasının duyamayacağı feryadınızı duyan var mıdır?
Çok mu dramatik oldu? Olsun, iyidir, belki bir darbe etkisi yaratır.
Bir anlık bile olsa sarsılır ve üzerinde tekrar tekrar düşünürüz…
Düşünür müyüz acaba? Keşke düşünsek, keşke hiç aklımızdan çıkartmasak
ama çıkarıyoruz. “Yaşandı ve bitti” demek belki kolay ya tekrar
yaşanırsa… Ki, mutlaka yaşanacak… Doğanın yasası böyle, “Deprem bitti”
yok, “Nasıl olsa yıllarca bir daha olmaz” yok, “Bak bu sefer bir şey
olmadı, yine olmaz” yok… Bizden sonra çocuklarımız var, torunlarımız
var, onlar (Hep öyle söyleriz ya…) kendimizden daha değerli değil mi?
Onlar için bir şeyler yapmak zorunda değil miyiz?
“Ne yapmalı?”
sorusunun yanıtları değil şu anda aradığımız, Bir şeyler yapma
bilincimiz, isteğimiz çok daha değerli olmalı. Bir kez niyetlendikten
sonra yapılacak şeylerin yolu bulunur, öğrenilir ve uygulanır. Yeter ki
bu konuda istekli, gayretli olalım.
Gelelim “Yapı Denetim” konusuna.
Yasa koyucu, “Ben kanunu çıkarttım, gerisi Yapı Denetim Kuruluşlarının işi” diyebilir mi?
Yapı Denetim Kuruluşları, “Ben görevimi yerine getirmeye çalışıyorum,
devlet yardımcı olmuyor.” Diyebilir mi? Ayrıntıya girmiyorum, bugün, bu
an sadece farkında olma günü. Marmara depreminin üzerinden yirmi yıl
geçmesine rağmen hâlâ alınacak çok yol var.
Önce devlet, Yapı
Denetim Kuruluşlarını, mühendisleri, mimarları dinleyerek, onlara kulak
vererek, bürokraside görevli olanlar kendilerini bu camiada yaşayanların
yerine koyarak eksikleri tamamlamaya çalışacak. Yasa çıkalı on dokuz
yıl oldu, dile kolay… Şimdiye kadar çoktan her şey yerli yerine
oturmalıydı. Mükemmel bir yasayla, yönetmelikleriyle, genelgeleriyle hiç
sorunsuz yürümeliydi her şey…
Peki, biz Yapı Denetim Kuruluşları, yapmamız gerekenleri eksiksiz yerine getiriyor muyuz?
Hiç eksiğimiz, hatamız yok mu?
Ticaret yapmıyor, patates soğan satmıyoruz. İnsan yaşamına değer katmaya çalışıyoruz, kamu görevi yapıyoruz.
Başından beri sıkılı yumruk gibi birlikte bir güç olabildik mi? Laf
üretmek kolaydır, zor olan kabul edilecek fikirleri ortaya koymak,
takipçisi olmaktır. Derneğimiz yıllardır çırpınıyor. Kuruluşlarımızın ne
kadarı tam destek oldu? Ben, sen, onlar demeden haklı olduğumuzu
eksiksiz hep bir ağızdan haykırabildik mi?
Hiç “Evet” ya da
“Hayır” yanıtlarıyla uğraşmayalım. Ne yasa koyucular, ne ilgili
idareler, ne konut sahibi olacak olan yapı sahipleri, ne aracı olan
müteahhitlik kurumu, ne de biz Yapı Denetim Kuruluşları, “Yapılması
gereken her şeyi yaptık” deme hakkına sahip değiliz. Bir eksiğimiz var
ki, hepimizi sarsan Marmara depreminden yirmi yıl sonra yeni başlamış
gibi aynı sorunlara çareler üretmeye çalışıyoruz.
Haydi, hep
beraber birlik içinde ülkemizin deprem ve yıkım kaderini değiştirmeye
koşalım. Bizim mühendisler olarak bu ülkeye borcumuz var, ödemeliyiz.
Konut sahibi olacak vatandaşlarımızı da aynı duyarlığı göstermeye çağırıyoruz.
İlk iki paragrafı Marmara depremini, İstanbul Beykoz’da yaşadığım şekliyle anlatmaya çalıştım.
M.Osman Akbaşak
......................