Hayatınıza Yıldız Kenter girdiyse...
05 Şubat 2020, 15:31
Değerli dost Cengiz Korucu ile girişimiz arasında bir
yıl var. Ben 1976 girişliyim. Ama yaşanılanlar birebir, istisnasız
birebir aynı... Ne güzel R.Sinan Akbaşak
Yıldız Kenter İle İlk DersCengiz Korucu Şubat 5, 2020
Değerli
dost Cengiz Korucu ile girişimiz arasında bir yıl var. Ben 1976
girişliyim. Ama yaşanılanlar birebir, istisnasız birebir aynı... Ne
güzel R.Sinan Akbaşak
“Merhaba
canikolar, ben Yıldız Kenter” diye kendini takdim etti. Ardından
“Sevdiğim kişilere ‘caniko’ derim” dedi ve ekledi: “Öncelikle sizlere
tiyatroyu seçtiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü benim tutkuyla,
aşkla bağlandığım, ömrümü adadığım bir sanat dalı bu. Çok fedakârlık
isteyen, çok çalışma ve çaba gerektiren bir meslek tiyatro…” 1975
yılının bir kestane sonbahar günü yeni öğretim yılı başlamış. Bütün
eğitim kurumları ile birlikte konservatuarda nihayet kapılarını bizlere
aralamıştı. Çemberlitaş’taki binanın gıcırdayan ahşap merdivenlerinden
çıkıp, ikinci kattaki sahnenin olduğu dersliğe girdiğimde tiyatro
bölümünü kazanan arkadaşlarımla karşılaştım. Hepi topu yirmi üç
kişiydik. Bazılarıyla sınav günü tanışmıştım. Diğerlerine de selâm
verip, salondaki açılıp kapanan koltuklardan birine iliştim. Arkama
yaslanarak yüksek tavanlı bu yerde heyecanla hocamızın gelmesini
beklemeye koyuldum.
Okuldaki ilk gün İhsariye
sınıfındaki ilk dersimiz mimik ve oyunculuk üzerineydi. Beş dakika
sonra kapının penceresinde belirdiğini gördüğüm bir silüet, hızlıca
içeri girdi. Lüle lüle omuzuna düşen saçlarını savurarak karşımıza
dikilince hep birlikte ayağa kalktık. Yaşından çok genç gösteren,
kendisini hayranlıkla izlediğimiz hocamızın üzerinde bacaklarını sımsıkı
saran bej rengi kumaş pantolon ile kahve rengi ceket vardı. Kıyafetini
şal yaka triko kazakla, omzunda asılı duran şık deri bir çanta
tamamlıyordu. Elleriyle göğsüne yasladığı birkaç kitap ve dosyayı,
sahnenin önünde duran piyanonun üzerine bıraktıktan sonra bize dönüp
gülümsedi. Eliyle oturun işareti yaptı. İçten
bir şekilde: “Merhaba canikolar, ben Yıldız Kenter” diye kendini takdim
etti. Ardından “Sevdiğim kişilere ‘caniko’ derim” dedi ve ekledi:
“Öncelikle sizlere tiyatroyu seçtiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Çünkü benim tutkuyla, aşkla bağlandığım, ömrümü adadığım bir sanat dalı
bu. Çok fedakârlık isteyen, çok çalışma ve çaba gerektiren bir meslek
tiyatro. Asla oldum demeyeceğiniz, sürekli kendinizi geliştirip
yenileyeceğiniz ve diri tutacağınız bir iş oyunculuk. Böylesine kutsal,
böylesine emek isteyen sanatı öğrenmek için konservatuara geldiğinizden
ötürü sizlere tekrar teşekkür ediyorum. Evet, şimdi sizlerden kendinizi
tanıtmanızı ve kısaca niçin buradasınız, niçin tiyatro sorularına yanıt
vermenizi istiyorum.” Bu
tanışma faslı sırasında herkes birbirinin adını öğrenmiş, niçin
konservatuarda olduklarını, niçin tiyatro bölümünü seçtiklerini güzel
bir şekilde ifâde etmişlerdi. Oyuncunun enstrümanı bedeni ve sesidir
Yıldız
Hoca; “Nasıl bir yazar ya da şair sözcüklerle, bir ressam çizgi ve
boyalarla, bir besteci notalarla, bir heykeltıraş mermer, demir, kil
gibi malzemeleri kendine araç olarak seçip sanatını oluşturuyorsa,
oyuncunun da enstrümanı bedeni ve sesidir. Bugünden itibaren
derslerimizde bu konuya yoğunlaşacağız. Ses ve nefes çalışmaları için
diyaframımızı kullanmayı öğreneceğiz. Bedenimizi yumuşatmak adına bir
dizi alıştırmalar yapacağız.” diye konuştu.
Hep
birlikte ayağa kalkıp sahnenin önündeki boş alanda kümelendik.
Bedenimizi esnetip germek için kollarımızı havaya doğru açıp, parmak
uçlarında yükselerek kendimizi yere doğru bıraktık. Bu hareketi birkaç
kez tekrarlayıp sırayla; boynumuzu, omuzlarımızı, kollarımızı,
gövdemizi, belimizi, kalçamızı, dizlerimizi, el ve ayaklarımızı
çalıştırdık. Vücudumuzu ısıtıp ardından piyano eşliğinde ses
temrinlerine geçtik. Biraz ara verip ikinci derse başladığımızda, Yıldız
Hanım, sahneye çıkıp günlük yaşamımızdan bir kesit sunmamızı istedi.
Yaptığı doğaçlamayı bitiren her arkadaşımız hakkında tek tek
görüşlerimizi açıklayacaktık. Beğendiysek neden beğendiğimizi, eksik
bulduysak nelerin eksik olduğunu kıyasıya eleştirip söyleyecektik. Bu
mimik ödevini o gün üç arkadaşımızla yaptık. “Önümüzdeki derse sizlerden
tiyatroda ne olmak istediğinizi belirttiğiniz birer yazılı kağıt
getirmenizi rica ediyorum” dedi. Bunları saklayacağını, ilerde
amaçladığımız hedeflere kaçımızın ulaşıp ulaşamadığını kontrol edeceğini
söyledi.
Diploma yerine “Vesika” O
yıllarda İstanbul Belediye Konservatuarı Müdürlüğü, Tiyatro Bölümü’nün
orta ve yüksek kısmı olmasına karşın, mezun olduğumuzda Milli Eğitim
Bakanlığı’nın onayladığı bir diploma veremiyordu. Onun yerine “Vesika”
diye adlandırılan bir belge alıyorduk. Bu da yüksekokul muadili
sayılmadığından, devlet dairesinde işe girerken ya da askerlik
görevimizi yerine getirirken er olarak yapmamıza neden oluyordu. O
yüzden çoğumuz konservatuarla birlikte üniversite eğitimi de almak
zorunda kalıyorduk. Okulu
bitirince oyunculuk yapabileceğimiz yerler çok azdı. Ya özel
tiyatrolarda çalışacak ya da İstanbul’daki tek ödenekli kurum “Şehir
Tiyatrosu”na “Yevmiyeli Sanatçı” olarak girip ilerde kadroya alınmayı
bekleyecektik. Bu koşullar altında oyunculuktan yaşamımızı kazanmak,
yürek isteyen bir işti.
Aileniz
tarafından desteklenmiyorsanız önünüzde sizi bekleyen hayli çileli bir
yol vardı. Tiyatro bölümünü seçenlerin bazıları üniversitede aldıkları
diplomaların karşılığı olan mesleklere yöneleceklerdi. Gündelik hayatta
düzgün bir diksiyona sahip olmak, iş ortamında kolay iletişim kurmak ve
empati yapabilmek için oyunculuk derslerinin kendilerine iyi geleceğini
düşünüyorlardı. Ayrıca kültürel anlamda tiyatro sanatının farklı bir
bakış açısı kazandıracağını umuyorlardı. Kimileri ise tiyatroyu çok
sevdiğinden, işin mutfağında yetişerek bilinçli bir seyirci olmayı
hedefliyordu.
Öğrenmenin yaşı yok Bir
gün sonra tekrar ikinci derste bir araya geldiğimizde Yıldız Hanım,
kendisine verdiğimiz kağıtları sınıfta yüksek sesle okudu.
Arkadaşlarımın çoğu ilerde oyunculuk ve yönetmenlik yapmak istiyordu.
Üniversiteyi bitirdikten sonra tiyatro yerine kendi mesleklerini icrâ
edeceklerin arasında, az da olsa oyun yazarlığı ile eleştirmenliğini
düşünenler de vardı. Ben de bütün bunları çok iddiâlı bulduğumdan,
kafamdan geçenleri yazmak yerine alçak gönüllü davranıp “Tiyatroyu
teorik ve pratik açıdan öğrenmek istiyorum” diye kestirip atmıştım.
Yıldız Kenter, benim yanıtımı okuduktan sonra “Öğrenmenin sonu yok ki
caniko” diye hafifçe gülümsemişti. On sekiz yaşımın verdiği toylukla
“Nasıl yani?” dediğimde “Okul bitince öğrencilik bitmiyor. Tam tersine
tiyatro eğitimi hayatımızın sonuna kadar devam ediyor” demişti. Yıldız
Hoca’ya göre; yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden ve okuduklarımızdan
hep yeni şeyler öğreniyorduk. Gözlem yaparak bu bilgileri pekiştiriyor,
gündelik yaşamda duyumsayıp deneyimlediğimiz anları da belleğimizde
depolayarak saklıyorduk. Tiyatroda yeni bir oyunu provaya almak, çeşitli
aşamalardan geçtikten sonra seyirci karşısına çıkarmak ayrı bir
serüvendi. Metni masa başında çalışırken önce yazarını, sonra oyunun
geçtiği dönemi ele alıp araştırıyor, dramaturgi açısından eserle
verilmek istenen duygu ve düşünceyi analiz ediyorduk. Oynayacağımız
karakteri yaratırken bütün bu öğrendiğimiz bilgilerin ışığında role
yaklaşıyor onu kanlı, canlı hale getiriyorduk. Her yeni oyunda ve her
yeni rolde kendimizi tekrarlamamak, klişelere düşmemek için anlatım
araçlarımızı yenileyip zenginleştirmemiz gerekiyordu.
Oyunculuğun yüzde onu yetenek geri kalanı ise çalışmaktır Yıldız
Hoca, oyunculuğun yüzde onunun yeteneğe geri kalanın ise çalışmaya
bağlı olduğunu söylemişti. Sanatımızda başarı elde etmek uğruna büyük
bir özveriyle, disiplinle mesleğimize sarılmalıydık. O yüzden işimizi
iyi ve doğru yapmak, hedefe ulaşmak için çok çabalamalıydık. Okul
boyunca birbirimizle arkadaş ve dosttuk. Ama bitirince profesyonel
yaşamda karşılıklı birer rakip olacaktık. Bu meslekte tutunabilmek adına
kendimizi her bakımdan bir savaşçı gibi donatmalıydık. Koşullar ne
olursa olsun, pusulamızın ibresi hep sevgiden, hep aşktan yana
olmalıydı. Çünkü tiyatroyu sevmenin ötesinde ona büyük saygı da duyan
Yıldız Hoca, bu ilkeler ışığında yetişmiş bir kimseydi.
Yaşadıkları
onca maddi zorluğa karşın birbirlerine aşkla bağlı bir aileden
geliyordu. Çocukluk yıllarından aklında kalan en güzel şey annesi ile
babası arasındaki büyük aşktı. Kardeşler arasında da derin bir sevgi
vardı. Hepsi birbirlerine aşkla bağlıydılar. Ailesini saran bu
büyüleyici aşk, ona hayatı sevgiyle kucaklamayı öğretmişti. Ömrü boyunca
ne yaparsa yapsın, hep aşkla yapmış. Tiyatroya, oyunculuğu, insanlara
ve topluma hep sevgiyle yaklaşmıştı. Bu tutumunu bizlere karşı da
sürdürdüğünü söyleyebilirim. Ver elini yeni dünya
Yıldız Kenter ve Nihat Akçan (1951) Konservatuardan
mezun olup Devlet Tiyatrosu’na girdikten sonra peş peşe birçok oyunda
rol alan Yıldız Kenter kısa zamanda Ankaralıların beğenisini kazanıp
tiyatro severler arasında adından söz ettiren bir oyuncu olmuştu. 1950
yılında yakışıklı ve yetenekli meslektaşı Nihat Akçan’a gönlünü
kaptırmış. Bir yıl sonra da onunla yaşamını birleştirmişti. 1952’de
kızları Leylâ doğdu. 1955
yılında Rockefeller Bursu ile Amerika Birleşik Devletleri’ne davet
edildi. Küçük kızını annesi Nadide Hanım’ın yanına bırakıp önce
Londra’ya sonra da Stranford Upon Avon’a gitti. Oradan üç hafta sonra
New York’a geçti. Eşi Nihat Akçan’da Mili Eğitim Bakanlığı’nın verdiği
bursla Amerika’ya gelmişti. Yıldız Kenter “American Theater Wing”de
profesyonel oyuncular için hazırlanan eğitim programına katıldı. Ayrıca
“Neighborhood Play House” ile “Actors Studio”da oyunculuk öğretiminde
yeni teknikler hakkında çalışmalarda bulundu.
Yıldız Kenter Londra’da (1955) Bir
buçuk yıl sonra Ankara’ya dönünce tiyatrodaki aslî işini aksatmamak
koşuluyla okulda ders vermeye başladı. Fırsat buldukça yurt dışına
çıkarak tiyatro eğitimi veren konservatuarlarda ve üniversitelerde
incelemeler yaptı. Çeşitli oyunlar izledi. Yabancı tiyatro insanlarıyla
tanıştı. Uygulamalı atölye çalışmalarına ve derslere katıldı.
Amerika
dönüşünde sonra Ankara Devlet Konservatuvarı’nda öğretmenliğe başladığı
zaman, Cüneyt Gökçer – Salih Canar – Yıldız Kenter – Mahir Canova –
Nüzhet Şenbay Bu
arada Cevad Memduh Altar döneminde Devlet Tiyatroları’ndaki huzursuzluk
ayyuka çıkmış Muhsin Ertuğrul ikinci kez kurumun başına getirilmişti.
Ancak yararlı işler yaparken bir süre sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı
Celâl Yardımcı ile anlaşmazlığa düştü. Ertuğrul, ertesi gün masasının
üzerine bırakılan buruşuk kağıtla yakışıksız bir biçimde görevine son
verildiğini öğrendi. Bu duruma çok üzülen Yıldız Kenter ve kardeşi
Müşfik Kenter, olaya tepki olarak hemen kurumdan istifa edip Muhsin
Bey’in peşinden İstanbul’a gitti. İstanbul’a geliş ve Belediye Konservatuarı’nda hocalığa devam Sanat
kariyerine hocaları Muhsin Ertuğrul’un oluşturduğu “Birleşmiş
Oyuncular” la devam kararı alan Yıldız Hanım, Müşfik Kenter ile önce
Karaca Tiyatrosu’nda “Salıncakta İki Kişi” adlı oyunu sahneledi. Kardeşi
ile İstanbullu seyircilerin büyük beğenisini kazanınca yanlarına Şükran
Güngör’ü de alarak “Site Tiyatrosu”nu kurdu. Daha sonra bu topluluğu
genişleterek “Kent Oyuncuları”na dönüştürdü. Başarılı
oyunculukları ve tiyatro dünyasına getirdikleri tarz ile büyük ilgi
gören Kenter kardeşlerden Yıldız Hanım yoğun çalışma temposuna karşın
gelen öneri karşında 1961 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda
yeniden öğretmenliğe döndü. İşte ben İhsariye’de okumaya başladığım
zaman, Yıldız Hanım konservatuarda on dört yıllık hocaydı.
Oyunculuğa
ve sahne dersine hazırlık olarak aldığımız eğitim esnasında üst
sınıfların çalıştığı Henrik İbsen’in “Yaban Ördeği” oyununun provalarını
izlemiş, mayıs ayından itibaren seyirciye sunulan temsillerde de
aramızdan bazı arkadaşlar ufak tefek rolleri üstlenmişti.

1978
yılında Kültür Bakanlığı’na bağlı İstanbul Devlet Konservatuarı
bünyesinde açılacak Tiyatro Bölümü için yapılan sınava girmiştim. O gün
benimle birlikte Gümüşsuyu’ndaki binada seçmelere katılanlar arasında
Belediye Konservatuarı’ndan pek çok arkadaşımın olduğunu anımsıyorum.
Çünkü burası yüksekokul diploması veriyordu. Bitirince de yerleşik
olarak yeni kurulan İstanbul Devlet Tiyatrosu’na alınacaktık. Sonuçlar
açıklandığında Belediye Konservatuarı’nda öğrenci olan Mehmet Gürhan,
Eray Özbal, Özden Çiftçi ve ben kazananlar arasındaydık. Ertesi gün
Beşiktaş’taki okula Yıldız Hanım’a teşekkür etmeye ve vedalaşmaya
gittiğimizde bizleri asık suratla karşılamış, “Canikolar, burayı
beğenmeyip yeni açılan okula gidiyormuşsunuz. Hayırlısı olsun.” diyerek
kırgınlığını dile getirmişti. Aslında Yıldız Hoca’dan hiç ayrılmak
istemiyorduk. Ama geleceğimiz için böyle davranmak zorunda kalmıştık.
Buraya
bir parantez ya da bir ek yapmalıyım... Ben Sinan Akbaşak
konservatuarda kalanlardandım. Hem çok istiyordum, hem de mecburdum.
Askerlik yaşım geliyordu ve ben mezun olmak zorundaydım. Kaldım
yanında... Çok şey öğrendim tarif ed,lemeyecek kadar çok şey. Beni ayrı
tuttu ve çocuk tiyatrosu üzerine gelişmemi sağladı. Yurt dışından
arkadaşlarına rica etti. Ben gidemedim ama onlar geldiğinde geceli
gündüzlü bir şeyler öğrendim. Ve... Ben 48 yıldır çocuk tiyatrosunda
belirli birikime sahip bir askerim. Elbetteki bu ülkede ben gibilerin
yeri yok. hele şimdi... Eziliyorum. Bu arada arkadaşlarım geri döndüğünde ben çoktan eğitimimi tamamlamıştım. Ve parantezi kapatıyor sizi yine arkadaşımın kelimeleriyle başbaşa bırakıyorum.
İki
yıl sonra Yıldız Kenter ile tekrar yollarımız kesişti. İstanbul Devlet
Konservatuarı’nda üçüncü sınıfa geçtiğimizde 12 Eylül askeri darbesi
olmuş, tiyatro bölümündeki bazı hocaların görevine son verilmişti. Yeni
gelen hocalar arasında Yıldız Hanım da vardı. Bizi görünce tekrar
sevinçle sarılmış, “Sizin eğitiminizi yarıda bırakmaya gönlüm razı
olmadı canikolar.” demişti. Gerçekten de kaldığımız yerden devam etmiş,
1982 yılında da ilk mezunları olarak okulu bitirmiştik.
Yıldız
Kenter, sağlık nedenleri ile sahneden çekilene kadar eğitim verdiği
kurumlarda oyuncu adaylarını yetiştirmekten asla vazgeçmedi.
Birikimlerini sürekli güncelleyerek, çağdaş tiyatroyu yakından takip
etti. Görgü ve bilgisini arttırarak bunları öğrencileri ile paylaştı.
Bir Cumhuriyet kadını olarak işine duyduğu saygıyla tiyatronun eğitim
alanında da gönüllü bir nefer gibi çalışıp durdu. Yüzlerce öğrenci
yetiştirip Türk tiyatrosuna adını efsane bir eğitmen olarak yazdırmış
oldu.
|