Bu
günlerde zamanımın çoğu hastanelerde geçiyor. Kimi zaman insanın kafası
karışsa da pek çok anda haline şükretmesi gerekiyor. Süreli bir tetkik
yaptırmam gerekti., Yani uzunca bir süre oralarda kaldım, Böylece
bol insan izlenimi kaydetme olanağı buldum. İlginç… Neredeyse mükemmel
denilebilecek bir altyapı kurulmuş olmasına ve her şeyin oldukça iyi
yürümesine rağmen yinede insanlar hallerinden şikayet ediyorlar. Çok
iyi bir randevu sistemi işlemeye başlamış, sıranızı saatinizi nerdeyse
özel doktorunuz, Hastaneniz gibi siz belirliyorsunuz ama yine de
mutsuzluk… Bu gelişime ayak uydurmakta zorluk çekiyoruz sanki… Sıramız
ve saat kaçta alınacağımız belliyken yine de kapı üstündeki ekranı
televizyon seyreder gibi seyredip kapının önünü kapatıyoruz… Sıraya
rağmen aradan süzülmek gibi bazı fikirlerimiz de yok değil.. Yada bir
“arka” bulmak… Bir tanıdık, Hemşeri, Konu komşu… İşimizi görsün diye .
Peki buna ne gerek var? Kimsenin yardımını olmaksızın işler yürüyor ya da biraz beklemeniz gerekiyorsa, Sıramızı
yani hakkımızı beklesek ne olur? Neden bu bencilliğimiz? Bizler neden
yerleşik düzene uyamıyoruz? Bin küsur yıl geçti de intibak süremiz
neden bu kadar uzun sürdü?
Peki
detaylardaki insan manzaraları… görev gereği yapmanız gereken işleri
yaparken neden bu kadar asık suratlısınız. Neden insanlara siz yerine
sen diyorsunuz? Neden bu kadar kolay “git bekle”.., “sonra gel ”
diyebiliyorsunuz..? Yoksa ben az önceki sorunun cevabına mı
gidiyorum? Hani şu neden bir hemşeri eş dost aradığımız sorusuna… Yok
yok… Ben bu sorunun cevabını bilmek, bulmak istemiyorum. Ben neden
koridorda durup geçenler çarpınca sinirlendiğimizi, Tekerlekli
sandalyedeki hastanın geçemeyişine seyirci kalışımızı, Herhangi bir
kimseye yardım etme isteğimizin kalmayışını sorgulamak istemiyorum…
Soruların nereye gideceğini ve aslında maalesef tüm bu soruların
cevaplarını bildiğimi, bildiğimizi biliyorum.
Ama
laboratuarın önünde beklerken çocuk ağlamalarının çokluğuna
dayanamadım, Oradan kaçmadım ama ağlayan çocuklarla birlikte benim de
göz yaşlarım içime aktı.
Çocuklar
ağlamasın istedim. Hasta olmasınlar., çürük binaların altında depremde
ölmesinler, sömürülmesinler, okulları olsun ama bir sırada beş kişi
oturmasınlar, Dereden geçmeden sıcak sınıflara gitsinler.. Öğretmenleri
olsun onların… Oyuncakları olsun. Oyun oynarken
öğrensinler. Kitapları olsun renkli resimlerle süslenmiş… Yaşasınlar,
yanakları kırmızı kırmızı olsun, Yüzlerinde gülücükler olsun, gamzelensin
minicik yanakları istedim… Onlara kimse yalan söylemesin istedim… Kan
alınırken canı yanan bebeye üstelik yanında annesi de ağlarken “sus
bakiim ne ayıp, hiç ağlanır mı?” diyebilen muhtemel çocuk büyütmüş ama
ana olamamış Hatun kişiye “sus be… çocuk o, bebecik
o, canı yanıyor ağlar tabii” demek istedim. Hiç acımayacak yavrum bak
ben de yaptırmıştım hiç acımadı yalanını söyleyen anneye de kızıp
“Hanım acır acır, acımaz mı?”… Ama şimdiden bu konuda olsa bile yalanla
tanıştırma diye bağırmak isterken aklıma küçük oğlumun bademcik
ameliyatı geldi.
Küçüktü. sekiz yaşındaydı… Ameliyat
giysisini giyip de arabasına aldıklarında içimize akıttığımız… Yalan
yalan resmen dışarıya bıraktığımız gözyaşları arasında sorduğu “Baba
acıyacak mı?” sorusuna … Evet oğlum acıyacak, ama dayanabileceğin kadar
inan bana… Bademciğini alacaklar… Bunun acımaması mümkün değil, ama
dayanırsan acının gittikçe azaldığını göreceksin… Ve “inan bana senin
yerine bu acıyı, hem de bin katını ben çekebilseydim çekerdim ama bu
mümkün değil” diyerek gönderdim ameliyathaneye… Küçücük bir operasyon
ama anne baba için o bekleyişin tarifini yapmak zor.. Çok şükür çıktı
ve onbeş yirmi dakika sonra da ayılır gibi oldu… “Baba… acıyor”
dediğinde, “biliyorum oğlum biliyorum acıdığını”…dedim de “benim
yüreğimde nasıl acıyor bir bilsen” diyemedim … birkaç dakika sonra
dondurman gelecek, istediğin gibi çukulatalı… Ve geçen her saniye acın,
ağrın azalacak… Bu senin acıyla mücadele sanatını öğrenişin ve dilerim
ki bir daha yaşamazsın… demiştim. Sonra dondurması geldi, ağrısı azaldı
ve bitti, Yalansız yaşanan acı anılara gönderildi. Akılda kalan; yan
yatakta “Hani acımayacaktııı” diye babasını yumruklayan on yaşlarında
bir kız çocuğu ve onun “ Bu ne biçim Babadur daa... Karı gibi ağlayi”
diye bana şaşıran büyükannesi oldu.
Bunları
düşündüm kan verme saatimi doldururken… Bir yandan çocuğunu susturmaya
çalışıp bir yandan elinde telefon., muhtemelen babaya “kan verdik ama
öğleden sonra vereceklermiş sonucu … şimdi vermiyolar napiim” diyen
anneleri de gördüm,(Herkesin elinde telefon var ve herkes konuşuyor)
Sarılıp, Koklayıp, yavrum diye onunla birlikte ağlayanları da… Hemen
yanıma gelip oturan iki yaşlarındaki yavrularına birlikte sarılan anne
babaya: “Aman çocuğum… çok sevin yavrunuzu, sarılın koklayın… o kadar
çabuk büyüyorlar ki bir bakıyorsunuz dünyanın bir yerlerine
gidivermişler”… demeyi atlamadım. Olsun… iyi olsunlar, sağlıklı
olsunlar da nerede olurlarsa olsunlar. Elbette ki kendi düzenlerini
kuracaklar…
Ama
çocuklar… Onları en basit konularda yalanlarla tanıştırmayalım.
Çabalarımız hep onlar için deyip sevgisiz bırakmayalım.
Gerçekleştiremediğimiz hayallerimizin uygulama alanı olarak görmeyelim.
En iyi çocuğu ben yetiştireceğim, en iyi ,en en
iyilerin peşinden koşarken kişiliklerini etkilemeyelim. Biz önce çok
sevelim, sonra iyilikler gelir zaten… Çocuklar… onlar ağlamasın … Şeker
de yiyebilsinler…
Gülen çocuklara… Büyümüş çocuklara… İçindeki çocuğu büyütmemişlere…
Çocuklarımı çok seviyorum… Sizin çocuklarınızı da seviyorum, Sizin sevdiğinizi de biliyorum.
R.Sinan Akbaşak
Sinan@tiyatroterapi.com