Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat

ÖYKÜLER

Nereden Yazdırıldığı: Tiyatro yaşamın aynasıdır...
Kategori: 7 - DİĞER KÜLTÜR VE SANAT DALLARI
Forum Adı: Kitaplar
Forum Tanımlaması: İncelemeler - Okuma önerileri
URL: http://forum.tiyatroterapi.com/forum_posts.asp?TID=1996
Tarih: 27.Nisan.2024 Saat 02:18
Program Versiyonu: Web Wiz Forums 9.50 - http://www.webwizforums.com


Konu: ÖYKÜLER
Mesajı Yazan: terapist
Konu: ÖYKÜLER
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:19
Bu bölümümüzde sizlere sevimli ve bir o kadar da değerli öyküler sunacağım...

Ancak sevgili dostlar eserleri salt buralardan okumak ve bunu alışkanlık haline getirmek paylaşmak,  yazar açısından verdiği emeğin karşılıksız paylaşılması demektir ki bu da haksızlık ve saygısızlıktır.

Benim buradaki amacım tanışmamış olanları tanıştırmaktır. Beğendiğiniz yazarın lütfen kitabını alınız... Bu "medeniyet" tir Bu "etik"dir


En sevdiklerim arasındaki Atilla Atalay öykülerinden örnekler sunuyorum...
 Kitaplarını almayı unutmayın

AVRUPA TRENİ


Alo, Sıdıka, Kenar ben. Seni düzeyli bir vize işi için arıyorum, samimiyim.
- Vize mi? Nası yani Kenar? Sende konsolosmuşum gibi bir his mi uyandırıyorum? Bu yine bir telefon seksi fantezisi mi? Vize vermem mümkün değil ama cenazen için "Defin Ruhsatı" alma konusunda sana yardımcı olabilirim Kenar. Bizzat gebertirim.
- Avrupa Treni kaçmaktadır bugün Sıdıka... Biz o trenin yataklı vagonuna pinmek için...
- Alkol mü aldın sen Kenar? Avrupa Treni dediğin şeyin restoran vagonunda felan mısın?
- Ne münasebet Sıdıka, alkol felan kullandığım yok. Peki sen alkol aldın mı Sıdıka? Bana "hoh" demek ister misin. Ama hemen şimdi deme, şu an internet cafedeyim, yarım saate evde olup üstüme rahat bişeyler giyerim, o zaman "hoh" de...
- Bak gene başladı eş..eşkenar!
- Avrupalıların önünde ne bağırıyosun Sıdıka. Bu koşullarda tabii ki bizi o topluluğa almazlar. Bu gün erişkin iki insan arasındaki bir fantezi isteğine bile bu şekilde tepki gösteriyorsak geçmiş olsun bize.
- İmdat diyorum Kenar ya, "İmdat Freni"ni çekiyorum.
- Tabii Sıdıka, sen bu tren kaçsın istiyosun. Bu Kenar hep sana mahkum olsun istiyosun. Çünkü neden; İsveçli, Norveçli, Danimarkalı her türlü fantaziye açık sarışın hatunlarla baş edememekten korkuyorsun. Ama sırf senin yüzünden memleket bu tarihi fırsatı kaçırmıycaktır Sıdıka!
- İyi de salağım benle ne ilgisi var, trenin raylarına mı yatıyorum? Hem bak sana bişey söyliyim mi, biz topluca o treni kaçırsak bile, seni tek başına kesin alırlar oralara. Ne olsa bilim ve teknikte bizden daha ileriler, senin gibi özel bi yaratığı incelemek istiyecek bi üniversite laboratuvarı olduğundan eminim.
- Benim laboratuvarda ne işim olur ki Sıdıka. Eğer, hani yani, bana "Deney Hayvanı" demek istediysen...
- Yok "fayans" demek istedim... Biliyosun laboratuarlar komple fayans kaplı olur.
- Fayans mı? Anlamadım ki... Hıh... Biliyorum, mahsus anlaşılmaz kadını oynayıp beni kendine kul köle etmek istiyosun Sıdıka. Ama senin bu tür şeytanca oyunlarını yemez Kenar... Günün birinde beni fayans gibi pürüssüz ve ak pak teni olan Danimarkalı görl firendimle görünce kafanı vurucak duvar arıycaksın... Elveda Sıdıka. Adiyö...
- Hadi ya... Hehe... Elveda Kenar.
- Pişmansın de mi? Bana fayans demiycektin Sıdıka. Som altından taç olsan affetmez artık seni bu Kenar. Elveda.
- .....
- Elveda? Kapattın di mi riyakâr kadın... Kukla ettin beni kendine ama artık bitti, finito. Kenar yok artık. Elveda? Alo...
* * *
- Alo Sıdıka... Bu defa seni tamamen temiz ve milliyetçi hislerle arıyorum, samimiyim... Türk’ün Türk’ten başka dostu yok Sıdıka... Her ne kadar bana fayans demiş olsan da seni affediyorum. Neden dersen, bu bana Danimarkalı bir kızın "May Honey" yani, "balım" demesinden daha iyidir. Neticede söyleyen benim insanımdır. Hiristiyan Kulübünün burnu okka gibi fakat havada olan bir neferi değildir. Ben onlara elveda dedim artık Sıdıka, o ecnebi meraklısı Kenar geride kaldı. Ve evet, ben bir fayansım Sıdıka, senin fayansınım... Fayans ettin beni kendine... Alo... Alo?







Cevaplar:
Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:20

Burnu Fındık Atilla Atlay


Çocukken perilerin postanelerde yaşadıklarını sanırdım. Öyle ufak posta kutularında telefon kulübelerinde değil, bildiğimiz gişesi felan olan postane binalarında işte. Uzunca bir süre bu fikrimi kimselere açıp onaylatmadım ama bu durumdan gayet emindim. Postanede periler vardı, onlar Nazan
a havale yollayıp çocuğu hasta etmişlerdi. Üstelik perilerin en kudretlisi peri padişahı, Nazanın yemyeşil gözlerine aşık olup, onu daha bebekken, büyüyünce başka birisinin gelini olmasın diye nikahına almıştı... Böyleydi yani...
Büyüklerin felçli Nazan bebek için, kimi zaman "Ateşlenip havale geçirdi, böyle kaldı" Kimi zaman da, "Cin tuttu, peri padişahı nikahına aldı" diye açıklama yapmaları, kafamda böyle birleşmişti. Çünkü dedemin arada bir İsanbul
dan gelen havaleyi almak için postaneye gittiğini biliyordum. Demek ki havale işleri postaneden dönüyordu, perilerin üssü de oradaydı. Periler, pulların arkasını yalıyor, telefonu kulağına dayarsan sana ıslık çalıyorlardı. Bigün postacının üstüne kasten bir düve iriliğindeki köpeğimiz Tarkanı salarak adamcağızı dut ağacının tepesine kadar kovalattırdım. Postacıya yönelik bu menfur suikast girişimim sonunda, bendeki bu postacı ve postane nefretini gerekçeleriyle dedeme açıklamak zorunda kaldım. Kendisi gülüp, "Öööle değil len" dedi, "Nazanın havalesi başka bişey, postaneynen felan alakası yok... Hastalık o... Çok ateşi çıkıp beynini yakmış... Anladın mı?". Anlamadım tabi. Dedem peri konusuna bir açıklama getirmeksizin sert bir ses tonuyla "Hangisi anlatıyo sana bööle şeyleri anneannen mi, teyzen mi, deyiver bakalım bana" diye bağırdı. Anneannemi ve teyzemi dedemin olası hışmından korurken, benim gözüme henüz aklanmamış postacıyı harcamayı da ihmal etmedim, kesin konuştum: Postacı... Hepsini postacıdan duydum...

Teyzem, çeşitli zaman aralıklarıyla beni ayakta mutfak kapısının pervazına yaslanıp, pervaza, kurşunkalemle boyumun uzunluğunu belirten çizikler atıyordu. Nazan
la birlikte büyüyorduk. Nazanın annesi Emine Yenge, bazen durduk yere bana bakıp ağlamaya başlıyordu. Keşke Nazan da benim gibi bahçelerde koşup oynasaydı, keşke büyüyünce benim gelinim olsaydı... Oysa O yatağında öylece yatıyor, kimseleri görmüyor, duymuyor, yalnızca arasıra gelen perilere gülümseyip uzun uykulara dalıyordu... Ben, gizlice yastığına yanağımı koyup baktığı yerleri gözetliyor, Onun kimi zaman duvarda bazen tavanda ya da yerde görüp gülümsediği perileri bulmaya çalışıyordum. Ama Nazan ben gibi ağaçların cindoruğuna çıkıp dalından kiraz yiyemez, çaya girip balık kovalayamazdı, ben de perileri göremezdim... Görebilseydim, bi çift lafım vardı o perilere... Gidip padişahlarına söylesinlerdi. Annesi hep ağlıyor, babası derdinden tenekeyle rakı içip bahçelerin gölgesine, ısırgan otlarının arasına devriliyordu. Yeterdi artık. Bıraksındı Nazanı. Hem, büyüyünce O benim gelinim olacaktı... Bir keresinde tüm bunları kocaman bir kömür sobasına söyledim. Nazan oraya bakıp gülüyordu, periler sobanın oralardı biryerde olmalıydılar...
Söylediklerim peri padişahının yüreğini yumuşattı galiba. Ertesi yıl Nazan bir kaç insanı tanımaya başladı sanki. Başucuna gidince onlara belli belirsiz gülümsüyordu. Bunlardan birisi bendim. Annesinden öğrendiğim gibi işaret parmağımı usulca burnuna dokundurup gülerek "Fındık burunlu kız, fındık burunlu kız" diyordum... O koca yeşil gözlerini açıp öyle bir gülüyordu ki... Artık iyiden iyiye inanıyordum, az kalmıştı, Nazan kalkıcak, büyüycek, benim burnu fındık gelinim olacaktı...

Ama bir yaz gecesi, bahçede, başucuna gittiğimde bana bakıp, önce yüzünü ekşitti, sonra katıla katıla ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim, öylece kalakaldım.

Sıcak yaz gecesinde herkes bahçelerdeydi. Köyün tepesindeki mağaradan kaynayan su, yollardaki arklardan kıvrıla kıvrıla usulca herkesin bahçesine geliyor, hanımlar akşam serinliğinde bostan sularken beyler çardaklarda külbastı yapıp, mağaranın buz gibi suyuyla buğulanan bardaklardan rakı içiyorlardı. Annesi, akşamları ferahlasın diye Nazan
ı da bahçelere getirip ordaki bir kerevete yatırıyordu. Esasen ben akşamları Nazana pek bulaşmaz, adamlar sofrasında oturup "laf dinlerdim". Ama bu kez farklıydı. Dayım eliyle bir ateşböceği yakalayıp, sigarasının jelatinine koyarak bana "Çoban ampulü" yapıvermişti. Elimde jelatin içinde yanıp sönen ateşböceği yle bir süre dolaştıktan sonra onu Nazana göstermeye karar verdim. Daha görür görmez ağlamaya başladı. Bir bana bir elimdekine bakıp hıçkırıyor, gözlerini sımsıkı kapatıyordu. Periler mi söyledi, ne oldu, nasıl akıl ettim bilmiyorum; jelatini gevşetip ateşböceğini gökyüzüne bıraktım. Ağlaması bıçak gibi kesildi. Bir süre gözleriyle ateşböceğini izledi, sonra bana baktı, "burnu fındık" dedim, güldü...

Eylüldü, bağbozumu zamanı... "Düğünlerde bu kadar çok ağlanılmaz ama" dedi teyzem... "Bu Nazan
ın düğünü işte..." Burnu fındık peri padişahına gelin gitti.



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:21

DENİZ KENARI A Atalay


- Niye öyle boş boş bakıyosun Sıdıka. Tanımadın galiba, ben Kenar. Gerçi tanımamakta haklısın, mevsim gereği bi miktar bronzlaştım. Fakat görüyorum ki sen hiç yanmamışsın. Yanmanı isterdim.
- Hiii... Aman Allahım deniz Kenar?ı... Anneme uyup Marmara Denizi?nin ölüsüne girmeye gelirken, koli basilinden elma eşeleğine, hatta katil yosuna kadar her türlü çöp ve pislikle karşılaşmayı göze almıştım ama sen hesapta yoktun Kenar.
- Ben ise seni böyle mayolar içinde görüceğimi rüyamda görsem inanmazdım Sıdıka. Bir rüyasın değil mi? Ya da bir nesin Sıdıka? Ben senin için neyim?
- Şu kadarını söyliyim Kenar; sahilde babam ve abim var, ikisi senin için bir kabus olabilir. Ayrıyetten tek başıma da şuracıkta seni boğabilecek teknolojiye sahibim.
- İyi de Sıdıka?m ben zaten boğuk durumdayım. Seni gördüğüm dakikada nefessiz kaldım. Biliyorum, ben senin için gönül eğlendirdiğin bir oyuncağım adeta. Bu durumda benimle oynayabilirsin Sıdıka. Tamam, var gönlünü eğlendir. Deve güreşi yapmak ister misin?
- Git başımdan Kenar yaa. Koca denizi dar etme insana. Zaten şurada kırk yılda bir suya girip ferahlıycam. Hadi, olay büyümesin. Ben senin söylediklerini duymamış olıyım, hatta sen olmamış ol.
- Tamam Sıdıka, gideceğim bu hüzün denizinden, beni intahara sürükleyen bu kahrolası maviden. Yalnız senden ufak bir ricam var, şunca zamandır seni seven Kenar?ın "elveda" demeden önceki son arzusu olarak kabul et; suyun altında bacaklarını açar mısın, arasından geçip gideyim.
- Çaktırmadan arkana bak Kenar. Sahilde elini alnına siper etmiş düşman denizaltısı gözetler gibi buraya doğru bakan mavi basma elbiseli kadın benim annem oluyo. Ve seni farkedip alarma geçmesine üç saniye var. İnan bana Pörharbır?dan sonra tarihin göreceği en kanlı deniz muharebesi başlamak üzere.
- Başlasın Sıdıka, ben zaten Pörharbır olmuş bi insanım. Bu arada tüy diplerin pürtük pürtük oldu, zannedersem üşüdün ama sana nasıl yakıştı anlatamam... Kötü bir niyetim yok Sıdıka, sadece üşümeni beğendim "pürtük" dedim diye yanlış anlama lütfen.... Sıdıka?
-....blurp...
- Suyun altında bu kadar kalmamalısın Sıdıka. Sıdıka? Nerdesin ruh ikizim? Bari baloncuk çıkar Sıdıka. Bak, ben yüzmesini bilen bir insan değilim ki. Yani ama yeter artık bu kadar naz olayı. Suyun yüzüne çıkmazsan gidiyorum ben. Samimiyim Sıdıka, istenmediğim bir denizde daha fazla duracak değilim. Gidiyorum bak, elveda. Elveda Sıdıka... Taştan bir kalbin olduğunu biliyordum ama aynı zamanda su geçirmez olduğunun farkında değildim.
Yordun sen bu Kenar?ı, kukla ettin kendine. Ama artık bitti. Elveda. "Blurp" haaa... Öyle olsun bakalım, değmezmişsin be Sıdıka, işin gücün riya imiş.

- Yavrum insan niye kendini durduk yere boğmaya çalışsın ki. Anneden gizlenmez be evladım, varsa bi derdin söyle. Gözümden kaçtı zannetme, yanına salaktan bi oğlan geldi ondan sonra suya soktun kafayı sen. O çocukla aranızda bişey mi geçti Sıdıka. O *..*** ne söyledi de dört varil su yuttun, söyle kız ne geçti aranızda. Cemiyete rezil olduysak, hazır hastanedeyken yeni bi surat ve kimlik yaptıralım efbiay şeysi gibi. Kız hadi sööle de gidip estetik cerrahiden ameliyat günü alıyım. Yavrum çıkarsana kafanı yorganın altından, annesinin sözü bu kadar mı batar insana ayol. Hayır vırvırcı bi insan olsam neyse. Tamam bundan sonra o yorganın altında yaşa sen, orda yuva yap kendine, başka anne bul. Sanki kötü bi laf söylüyoruz, sanki boş yere konuşuyoruz. İyi bakalım, kimselerle konuşma sen, kimsenin lafını sözünü beğenme, herkes psikopat bi sen akıllısın. Kız çık dedim, bak hallaca verir o yorganla beraber dövdürürüm seni cadaloz.



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:22

DİGİTAL KENAR


Alo... Merhaba Sıdıka, ben arkadaşın Kenar Öbürtekin, bu bir bant kaydıdır. Yani bu kısmını ben kaydediyorum, biraz soona başlıycak şiir kısmını "Cep şiir" servisinden 16 kontür karşılığında ikimiz için seçtim duygularımın ifadesi bakımından... Sinyal sesinden sonra dinle ve beni düşün... (Dııt) "Yürek değil, çarıkmış bu manda gönünden...." Ehem...
- Şşş alo... Alo yine nooldu kontörümün Kenar’ı?
- Alo Sıdıka, alo bu benim Kenar, yani bir bant kaydı olarak değil, şahsen bizzat kendimim. Canlıyım Sıdıka ve bir canlı olarak benim de hislerim var. İşte bu hislerimden bir kısmını sana şiir olarak yollıyım dedim ama bi yanlışlık oldu. A - 27 yi tuşlayıp İclal Aydın’ın sesiyle "Ben sana mecburum"u yollıycaktım, ters bastım heralde. Nerden çıktıysa "Manda gönü" diye bişey çıktı.
- Asıl sen nerden çıktın Kenar, seni hayatımdan silmek için hangi tuşa basmam gerekiyo?
- Ayıp oluyo ama Sıdıka, ben sana kalbimi veriyorum sen bana error veriyosun. Oysa kızlar kendilerini güldüren hatta şiir yollayan erkeklere sadece error vermezler... Diyeyim ben, sen anla artık.
- Ben sana ne diyim bilmem ki Kenar. Eskiden klasik bi salaktın ve bu dijital kazma halinden daha katlanılabilir bi tarafın vardı. Semtlere Internet kıraathaneleri açılalı beri dilin "error" felan gibi laflara da dönmeye başladı. Tebrik ederim, kazmalığın her alanında en son teknolojiye göre yeniliyosun kendini. Umarım ben hayattayken memleketimizin güzide ayılarının hizmetine "ışınlanma" teknolojisi filan da girmez. Çat kapı üç boyutlu olarak hiç çekilmezsiniz.
- Bırak şimdi, cebine yolladığım koala resmini aldın mı? Hani sarılan hayvan.
- Hayır almadım Kenar. Ben de sana vaşak ya da sırtlan gibi bir yırtıcı hayvan yollıycam ama ışınlanma teknolojisini bekliyorum.
- Böyle yırtıcı konuşmaların var ya Sıdıka, nası hoşuma gidiyo biliyo musun? Öööle Sırtlan felan dedin de ayıptır söylemesi şu an benim üstümde Puma eşoftman var Sıdıka. Ya senin? Alo... Aloo. Gene kapattın mı yoksa riyakâr kadın! Ben sana kontörlerce para harcayıp şiir yollamaya uğraşıyım, sen fantaziye kalkışınca telefonu kapat, görlfriendlik görevlerini yerine getirme. Quittirip gidicem senin hayatından çok arıycan bu Kenar’ı çook.
* * *
- Sıdıka gel yavrum, seninle baba oğul gibi konuşalım...
- Nası yani baba? Sen, esasen abimle konuşmak istiyosun da bi yanlışlık mı oluyo? Yoksa doğumum sırasında benim hakkımda seni yanlış mı bilgilendirdiler?
- Her neyse Sıdıka "baba kız" diycektim dilim sürçtü. Çünkü aklım o oğlanda. Hani adı Yakup olan. Seni cebinden ardığımda telefona çıkan o Yakup kim Sıdıka? Cevap ver! Ben bu cep telefonunu sana fink hattı olarak mı aldım?
- Ben öyle birini tanımıyorum baba? Yani beni aradığında cep telefonuma Yakup isimli birinin çıkması çok saçma. Hihihi... Anladığım kadarıyla sen yine yanlış tuşladın o dolma parmaklarınla. Dedik sana o kadar küçük telefon alma diye. Sonra da sarhoşken felan o dolma gibi parmaklarla yanlış yunluş yerleri arıyosunuz.
- Bunlar nası konuşmalar kız bööle Türk erkekleri felan. Sıpaya bak sıpaya, anasına uyup bi kartlı telefon aldık diye kendini reklamlardaki "Özgür kız" sandı. Bak şu beş kardeşe. Ellerim niye bu kadar büyük, parmaklarım niye bu kadar dolma biliyon di mi Sıdıka.
- Evet babaanne! Fakat gerçekten bi yanlış anlama, en azından bir yanlış tuşlama var.
- "Sıdıka" diye hafızaya aldım kız ben seni. Tek tuşta arıyo. Üç kez aradım üçünde de Memur Yakup diye bi adam çıktı...
- Haa sahi, Kenar’a tuzak olsun diye telefonumu semt karakoluna yönlendirdiydim de
- Bu durumda Kenar kim? Aom dı dıdıdıı dırıdırıdıı. Benim adım Zekeriya Saka çok güzel döveriim, şiddetim pek hoştur iyi tekmeleriiim... aomm.



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:23

Festival Jürisi Atilla Atalay



- Bence erkek oyuncu ödülünün Şevket’e verilmesi çok manasız...

- Saçma! Filmlerin hiç birisinde Şevket diye birisi yok zaten...

- Hadi ordan... Ben bi sürü Şevket gördüm... Asıl siz film gösterilerinde uyukladığınız için, bi tane bile Şevket görememişsiniz, kalkıp fikir yürütüyosunuz...

- Asıl sen su gibi votka içip perdede olmayan Şevketler görüyosun... Şuna bak kibrit çaksam infilak edicek, leş gibi votka kokuyo herif...

- Burası Antalya Film Festivali diil mi kardeşim? Şevket diye birisinin olması lazım... Bir ay önce Arif’in yerinde oturuyodum, yanıma geldi, “Abi bizim film festivalde, sen de jürideymişsin” dedi... Şööle esmerden bi çocuk... Bi sürü votka içtik, hesabı bana kitleyip tüymüş... Madem ki bööle bi terbiyesizlik yaptı, Şevket olayı bitmiştir artık... Benim için Şevket yok... Finito... Bitdi.

- Siz bi kahve için de öyle oylamaya geçelim...

 

- Lan yoksa biz Şevket’in yerinde içiyoduk da Arif diye biri mi geldi?.. Ben karıştırıyo muyum?

- İtiraz ediyorum... Bu adam jüriden çekilsin... Dut gibi sarhoş, burnunun ucunu göremiyo... Demin en iyi kadın oyuncu oynanırken de oyunu “Sezercik” diye bişeye verdi.

- Buldum bi dakka... O çocuğun adı Şevket diildi. Suphi galiba... Şiir yazıyodu... Bana şair jürisi için kulis yapıyodu, o arada kitledi votka hesabını... Şiir jürisinde mansiyon bile verdirtmiycem o şerefsize... Bittin sen Suphi... Finito...


- Bu ayyaş da her boka jüri... Bundan habersiz apartmana başkan bile seçilmiyo şu ülkede. Geçen yıl ilkokullar arası “Tasarruf ve biz” konulu kompozisyon yarışmasında halamın kızını harcayıp, birincilik ödülünü Cihangir’de 38 yaşında cüce bir hayat kadınına verdirtti... Neyse... Oylamaya geçelim... Bence en iyi erkek oyuncu ödülü Namık Tilbe’ye verilmeli... Dinamik bir oyunculuk, yeni bir yüz...

- O adam kim yaa? Yüzünü kim yeniltti?

- Türk Sineması votka krizi içinde... Saçmalamaya başladı... Namık Tilbe’yi nası tanımazsınız beyefendi?

- Ben ona bi heykel yarışmasında bi ikincilik verdirtmiş miydim? Hani topluca bi çocuk, burnu var hani...

- Herkesin kendi çapında bir burnu vardır beyefendi... Ama görünen o ki, bazılarımızın beyni yok...

- Noporm... Öpsi..

- Hıı?

- Zzzzzzzzt... Tokai, Erenköy distüribütörlüğü...

- Edepsizler... Laf dinleyin şurda... Sizin kulis oyunlarınıza pabuç bırakmıycim... Hakkeden, hakkettiği ödülü alıcak, işte o kadar... “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü Namık’ındır...

- Zzzt... Babayii...

- Sabote etme efendi... Otur votkanı hortumla... Bu tip kayırma ve kliklerle sinemamız bi yere gitmez... İtme insanı be! Bi çarparım...

- Yaşlı jüriye el kalkmaz, Erol Taş kesilirsin...

- Asıl siz, taraflı kararlara katılmıyorum diye bana karşı Mütecaviz Coşkun kesiliyorsunuz.

- Naapalım... Burada Türk Sineması tartışılıyor... Francis Ford Coppola kesilicek halimiz yok ya. Anca Tecavüzcü Coşkun kesilinebiliniyor... Zaten salon yok, bi bok yok..

- Ne alâka frigo yaa? Konuyu niye dağıtıyosunuz şimdi? Salon filan nerden çıktı... Oylamaya dönelim...

- Ben Cemil Filmer’le beraber Yeşilköy’de film çekiyorum... Bi baktım Kriton İliyadis geliyo... Bizim sesçi çocuk... Abi dedi, negatifler ışık almış, ilk beş sekans yeniden çekilecek...

- Aaa ama... Konuyu daatmayın dedikçe...Geyiğin kralı dönüyo... Zıçarım jürisine... Ben çekiliyorum arkadış... Ne haliniz varsa görün...

- Kalsaydınız, orontgutz. Noporm öpsi?

- Zzzt dedirtmiycem işte..

* * *

 

- Sonunda jüriden çekillip gitti inek... Tutturmuş kulis var, kayırma var... Sen kimsin lan?.. Delirtmeseydik gidiceği yoktu adinin... Oyunculuk yeteneğimi kullanarak sinirlerini bozdum... İlk ikisi çabuk üşüttü de bu sonuncusu dişli çıktı... Neyse, çatlak sesler ayıklandığına göre, önceden belirlenen listeyi basına veriyoruz... Gazetecilerden kıllanan olursa ne diyceğinizi biliyorsunuz: Noporm opzi... (Ebekulak/İletişim Yayınları)

http://1.bp.blogspot.com/-P1JChPu9klY/Tp1CfX6mliI/AAAAAAAAXrs/iN_aT58Y9UA/s1600/EBEKULAK.bmp - -



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:24

HINDAROĞLU HENEK BEY


- Allah alayını bildiği gibi yapsın, topunun köküne kıran girsin, ocaklarında incir ağacı bitsin, hortlayası hokkabazlar ... Meraba Sıdıka ben geldim... Faraş ağızlı, sütü bozuklaa ot kafalılaa..
- Vay Şetaret Hala... Biz de, halam kaç zamandır Sinop'tan bu tarafa kaçmadı diye endişe ediyoduk. Özlemişiz yaa. Beddua seansın bittiyse söyle bakalım, bu sefer neden kaçtın, yoksa yine eniştem yüzünden mi?
- Köyü televizyonculaa bastı o yüzden gaçtım Sıdıka. Antimedyağ oldum gaari ben, nefret ediyan televizyan olayından. Özel hayatımıza gameralaa girdi, tiksiniyan hepsinden...
- Atıyosun hala. Tee Sinop'a gelip de sizin özel hayatınıza niye girsin ki kameralar. Onlar sürü halinde, burdaki bir avuç silikon, porselen, botoks karışımı yaratığın peşinde dolaşıyolar. Anca deprem felan olacak ki sizin tarafa bi kaç tanesi düşsün...
- Öyle değil gız, dizi çekmeye geldilee. Şimdik dağda bayırda, ıssız köy ve mezralarda geçen diziler moda ya. Bizim köye de bi ekip geldi, "Hındaroğlu Henek Ağa" mı ne öyle tuhaf isimli bi dizi çekiyolar.
- Fena mı kız hala? Layla Kapısı görmekten gına geldi, televizyona bakar bakar azcık memleket hasreti gidermiş oluruz.
- Sen öyle zannet, az kaldı hasret gidereceğin bir memleket bile galmıyodu ortalıkda. Evvela bütün köylü "Gelin bizim evde çekin, ev turistik olsun" diyerekten birbirine düştü. Sarıdanaların Ökkeş, Borucu Tevfiği "Set bizim evde kurulacak sen çekil aradan" deye vurdu. Soona Tevfiğin kardeşleri de Ökkeş'i vurdu haliynen. Ökkeş' açılan yaylım ateşi sırasında Torbaların Ömer yanlışlıkla vurulunca Ömer'in oğulları Tevfiğin kardeşlerini bıçakladılar. Soonacığıma...
- Ay yeter hala... Bana bak, takip edilmediğinden eminsin değil mi? Hayır yani, peşine filan takıldılarsa çatışmalar bizim eve de sıçramasın.
- Aman evlerden uzak. Rabbim kimsenin yuvasına televizyoncu uğratmasın. Demin onu anlatıyodum. Bu televizyon ekibi sonunda Göbeksizin Hamdi'nin evini seçti. "Çekim yaparken sessizlik olsun köpek havlamasın, eşek anırmasın" dediler diye, Hamdi köpeğini vurdu, eşeği çayıra saldı, bebeği ağlıyo diyerekten gelini de anasıgilin köyüne yolladı. Gelin askerdeki gocasına mektup yazdırmış "Babangil beni bebeğiminen beraber evden govdu" demiş. Oğlan da mektubu alınca askerden firar edip köye geldi. Ondan soonacığıma efendim... Ay dilim damağım kurudu kız. Git bi çay koy...
- Hayatta çay felan koyamam şimdi. En heyecanlı yerinde bıraktın kız hala. Hadi devamını anlat. Naaptı firar eden oğlan? Gelin soona evine döndü mü?
- Az sonra... Firari Er Mıstafa, bubasıgile neler söyledi? Bahtsız gelin Hacer, ikinci bebeğine mi hamile... Azz sonra... Sen önce git de çay getir.
- O hoo sana da bulaşmış televizyonculuk kız hala. Şaka bi tarafa, o televizyon ekibi sizin köyün başına sardırdığı belayı çekse "Hındaroğlu Henek Bey" mi ne, işte o acaip adlı salak diziden çok daha sağlam bi drama olur... Eee?
- Eeesi, Firari Er Mıstafa, "Sen bu evi televizyonculara kiralıycam diye benim hanımımı nasıl kovarsın, al öyleyse" diyerekten iki teneke benzin döküp babasının evini cayır cayır yaktı. Yirmi hektar ormanlık arazi de birlikte yandı. Yanan ormanlık yeri kendimize tarla yapacaz diye on onbeş kişi daha kavgaya tutuşup birbirini vurdu.
- Ay hakkaten volkan patlayıp lav püskürse televizyonculardan daha az zarar verirmiş köye. "Köyden bi tek ben sağ kurtuldum" deme sakın hala... Eniştem yaşıyo di mi?
- Ona yaşamak denirse yaşaya. Onbir kere vuruldu, ben buraya gaçarken hala vurulup duruyodu.
- Nası yani kız hala. Eniştemi öyle bir durumda nasıl terkedersin. Hemen köyü arayalım, belki yaşıyodur, kan felan lazım mıdır acaba?
- Öyle değil gız, televizyonculaa rol verdi buna. Hındaroğlu Henek Bey'in kâhyası rolünde. İlk bölümde Ağa'nın hasımları vuruyo bunu. Yalnız enişden gabiliyetsiz çıktı biraz, bitürlü güzel vurulup ölemiyo. Oluncaya gadar habire çekiya gameracılar. Herif "güzel ölemedim" deye eve bana gapris yapıya, yok yere hır çıkarıp çoluğa çocuğa girişiya. Huzurumuz gaçdı Sıdıka... Allah alayını bildiği gibi yapsın, hortlayası hokkabazlar..

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:25

MADAM SAKA

- Sıdıka kız... Niye ööle tek başına zifiri karanlıkta oturuyosun? Odanda zenci mi saklamaya çalışıyosun? Kimse çıkar dışarı o marsığı, baban ikinizi de öldürür...

- Anne ordan baksana karanlıkta ışıldıyo muyum?

- Yok bi bok gözükmüyo, körolmayası, yakıyorum ışığı. Söyle o zenciye çıblaksa giyinsin, açıyorum.... Sahi naapıyosun kız ööle karanlıkta manyak gibi?

- Dedim ya anne, ışıldıyo muyum diye bakıyorum. Koca nükleer santral yıkıldı cayır cayır radyasyon var gezegende. Belki de öldük, "tüketim durmasın, küresel ekonomi zarar görmesin" diye bize söylemiyolar.

- Bitmedi mi kız o nükleer şeysi. Televizyon gaste felan bi gram laf etmez oldu. Survivor'daki Nihat Doğan maceralarını gösteriyo hepsi. Sen de normal insanlar gibi ööle şeyleri takip etsene. Tutturmuş gezegen de gezegen diye. Sana ne faydası var salak kızım, gezegen getirip önüne bi tas çorba mı koyuyo?

- Dikkatli düşünürsen göreceksin Safiye Saka. Herşeyi bu gezegen koyuyo önümüze. O yoksa biz de yokuz.

- Mesaj verme lan anneye. Bak koca bakan bile çıktı söyledi, "Bekarlık nükleerden daha tehlikeli" dedi. Bu da kalkmış "Ne yapsam da esnaf bi koca bulup yuvamı kursam, bir an evvel üç çocuk yapsam, beyim Doblo alsa TOKİ'ye girsek" diye düşüneceğine, galaksiyi düşünüyo.

- Bir başka bakan da sana "şişman değil şişko" dememizi söyledi ama...

- Niyeymiş bana şişko deniyomuş? Koskoca Bakan'ın işi yok da özel kalemine "Bundan böyle Safiye Saka'ya şişko densin" diye talimat mı vericek? Uydurma şimdi, konuyu dağıtma. İlmen isbatlanmış işte, bekarların düzenli bi hayatı olmadığı içün, sapır sapır dökülüp ölüyolarmış, nerde kaldı nükleer?

- Orası doğru; ölülerin düzenli bir hayatı olur bak...

- Bişiy sorucam Sıdıka; Madam Küri evli diil miymiş? Radyasyonu bulan kadın o diil mi? Madam Küri'de Mösyö Küri diye bi adamla önce yuvasını kurmuş, sonra radyasyonu bulmuş, sonra da radyasyondan ölmüş. Bak herşey sırasıynan. Madem ananı, atanı diil Madam Küri'yi örnek alıyosun kendine, ozman evvela yuvanı kur, sonra radyumla plütonyumla felan istediğin şeyle uğraşırsın, kocan izin verirse.

- Afferin kız, sen bayaa biliyosun periyodik cetveli, elementleri felan. Plütonyum dedin de mi demin?

- Ne zannettin, gençliğimde ben de altın elementiyle uğraştım. Simgesi "Au", bulmacalarda çıkar hep... Aah ah... Çok uğraştım ben altın elementiyle. Mösyö Zekeriya Saka "araba alıcam" felan diye hep yattı benim altın elementlerinin üzerine. Düğünden sonra üç bilezik, abinin ve senin doğumunda takılan çeyrek altın elementleri, hepsini yidi baban. Mösyö eşşoğleşek...

- Oh madam, neler söylüyorsunuz?

- Az bile söylüyorum senin o kazma babana. Ömrümü yedi herif altın peşinde. Düğünde takılanları anında gasp etti. Sonra anamgil ölünce iki "Ata lira" kaldıydı, baca deliğine sakladıydım. Ne dayak yedim, yerini söylemedim. Herif eve "Define bulma cihazı" getirdi, üç gün evi aradı. Tam cihaz "düt düt " etti altınları buluyodu, bi punduna getirip dışarı attım bunu. Kapıyı kitledim içerden. Terlikle vura vura cihazın düdüğünü bozdum. Merdiven dayayıp balkon camını kırdı içeri girdi. Beni döverek konuşturamayacağını anlayınca abingili sobaya atmakla tehtid etti. Abin ufak tabi o zaman odun sobasına sığıyo. Evladım mevzuubahis olunca çıkardım verdim altınları. At yarışında "hop" diye yiyip yuttu kel varil. Sonra abinin sünnetinde altı tane çeyrek altın takıldıydı. Gizli yerim olan baca deliğini öğrendi diye o altınları da bahçedeki kümese sakladım. Asla bulamaz zannediyodum ama, bir gece sansar gibi kümese dalmış sinsi herif... Sen doğduğunda ise konu komşu, akrabalar yedi çeyrek altın taktılar. Bu sefer...

- Ay yeter anne anlatma, testere filmi gibi... Aferin iyi ki bekâr kalmamışsın, düzenli bir hayatın olmuş, muntazaman dayak yemişsin Mösyö Zekeriya Saka'dan.

- Mösyö deme kız babaya. Beyimdir, nikahlı kocamdır, ben derim ama sen diyemezsin. Sehven dayak yemişim felan etmişim, ama bilimsel olaraktan bekarlardan altı sene daha fazla yaşıycam.

- Bravo madam. Sözün bittiği yerden beş durak sonraki bi yerlerden doğru konuşuyosunuz.

- Kız ikide bir madam deyip durma. Burası Kürigillerin memleketi değil. Bu topraklarda kerhane patroniçelerine felan "Madam" derlerdi eskiden. Kerhane nerde? El cevap: ailenin olmadığı yerde. Kişi evli olsa, hanımıynan veya beyiylen haftanın belli günlerinde cinsi münasebette bulunup banyosunu etse, kerhaneye niye gitsin? Her türlü melânet bekarlarlan dulların başının altından çıkıyo. "Bu çocuk bitti öbürünü yapayım" diye düşüneceğine, ota boka kafayı takıyolar işte bööle. Yok efendim nükleer santralmiş, radyasyonmuş, uranyummuş... Al o zaman kapatıyorum ışığı. Madem nükleere, enerjiye karşısın, elektrik felan sana lazımlı değil, buyur yarasalar gibi karanlıkta otur.

- Peki pencereye rüzgar gülü takabilir miyim, ordan enerji üretsem.

- Sen bilirsin, aslında bize de kolaylık olur. Karakolda "Rüzgar gülü takarken pencereden düşmek suretiyle" diye ifade veririz. Bak söölüyorum, bu ışık açılmıycak Sıdıka Saka, terlik yağdırırım kafana. Baban gelsin adama "mösyö" dediğini de sööliycem. Karanlıklar kaltağı seni. 

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:28

O giderken      ne yapacağınızı bilirsiniz… Kara gün dostlarınızı arar, yaşamınızı alkol buğulu geyiklere gömer, on bin kitap, yüz bin film izlemeye çalışırsınız… Öğrenciyseniz, okulun en kazık dersine, durduk yere niye kafayı takıp,nasıl tek vuruşta o dersi haklayabildiğinize kimse –kendiniz dahil- hiçbir anlam yükleyemez… Deli gibi halı sahada top koşturanlar, çeşitli kurslara yazılanlar, kibritten ev, şişe içinde gemi, marangozluk yapanlar, balık tutmaya kalkışanlar bile olur… Bu unutmaya çalışmanın hüzünlü bir deliliğidir… Onunla birlikte kendinizi de unutmaya çalışırsınız aslında… Kendinize "Yaşam devam ediyor,geçip gidecek." dersiniz… Unutur musunuz peki? Bu zamanla ilgili bir şeydir… Parmağına çekiç vurmuş bir insanın, elini deli gibi sallayıp zıplaması, söz konusu acıyı asla geçirmez…

Gittiğini boş verelim şimdilik… Ben geleceği günü anımsıyorum… Asıl çekici o gün vurdum parmağıma… Duvara yağlı boya resim asmaya kalkıştım. Resmi severdi… Onu etkilemek istiyordum… Olduğumdan başka görünmek istemiyordum… Ama gerçekten, odam benden izleri asla taşımazdı… Kitaplarımı, kasetlerimi boş karton kutulara yığar, bir tek benim bilebileceğim yerlere koyardım… Onların dışında çek yat, televizyon, masa falan işte…
En baba kitaplarımı bulup ortalığa serpiştirdim… Çalmam gerekir diye bağlamalarımı,gitarımı akord edip,çekiç vurduğum parmağı 45 dakika kadar emdim, duvara astığım resme tükürdüm sonra… Acayip canım yanıyordu… Buzdolabının buzluğundan bir parça et çıkarıp parmağıma bağladım… Zonklaması biraz azalmıştı…
Aslında başlangıçta iyi niyetliydim… Sadece odam benden izler taşısın istiyordum… Sonra annemlerin oturma odasındaki hayvani müzik setini kendi odama nasıl soktuğumu, Fıratlara telefon edip evlerindeki mor, lila ve fuşya renkli köşe yastıklarını niye ödünç istediğimi bilmiyorum… O gün çıkıp beş saat Gitanes sigarası aradıktan sonra, kendime Zippo çakmak almam da bir muammadır…
Aniden geldi… Elini sıkıp onu öperken, avcuna, az önce parmağıma sardığım et parçasını bırakmışım… Gözünden yaş gelinceye kadar güldü…
Ama zaten her şey komikti… O oda benim değildi,o herif ben değildim…
Allahtan manyak mavi gözleri epey derine bakardı,onca şeyin arasında beni de gördü…
O ilk gelişinden sonraki gidişinde, ardından, oturduğu yerlere oturdum… Kamera gibi bakmaya çalıştım… Yastıkları görmüş müydü, müzik setinin yeri iyi miydi? O inanılmaz zarifliğiyle attığı adımlardan attım, durduğu yerlerde durdum, onun gibi bakabildiğimi sanarak baktım, durdum…
Bunlar işte… Her geliş gidişte bir seri anlamsız hareketi tekrarlarsınız…
Unuturken, sinemaya gidersiniz, öyküler okursunuz, gülersiniz, gözleriniz dolar… "Gerçekten başından geçti mi? " diye sorarsınız öykücülere, oysa "Anlatılan sizin hikayenizdir" hep…Birileri avcunuza kalbini bırakır, derin mavi bakmayı bilmiyorsanız, göremezsiniz...

Atilla Atalay

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:28

Öpücük Balığı


İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. Söylemezdi ki.. Dünyanın en sevimli delisiydi.. O öyle biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. Ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..

-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..

Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..

-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..

Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..

Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba.. Kuruyemişçilerde var mıdır?

-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..

Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra, sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..

Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.

Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım lan ben.. Bariz manyağım..

“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama.. ”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”

Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş” olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..

Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..

Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..

Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..

Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..

Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız.. Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..” Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki” derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”

Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..

“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine “gitme” derdi..

“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..

Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak “dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte.. Gitme..”

Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim.. Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..

“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam.. MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var gözlerimin..

Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?.. Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız..” Nefes nefese sustum..

“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”

***

Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..

Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm! Haramiler..

Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur görmüyor, kimse görmüyor..

Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..

Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..

Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:29

PANİK BUTONU


- Sıdıka, bak unutmadan sööliyim, büfenin üstünde Nefise Abla'nın panik butonu var. Sabahleyin bıraktı. Toz felan alırken kurcalayıp da sakın basma butona. Polis gelir, Nefise Ablangilin kocasını alır, durduk yere elalemin yuvasını yıkarsın...

- Nefise Ablamın panik butonu niye bizde duruyo ki? Lazım olup da basmaya kalksa o yarma kocası buraya varamadan öldürür kadıncaazı. Panik butonu mağdureye en yakın yerde durucak ki kocasından şiddet görünce hemen abansın düğmeye...

- Kocası bozar diye butonu bizde saklıyo. Elektronik işi geliyo herifin elinden. "Az yazsın" diye apartmanın elektrik saatini felan bozmuş. "Alarmı da bozar" diyo Nefise.

- Pilli mi acaba bu şey?

- Kız elleme butonu, yanlışlıkla basarsın, karakola sinyal gider, yuva yıkılır. Ortada üç tane çocuk var, bi yuva neliklerle kuruluyo, cart diye bi butonla yıkmak olmaz, günahtır.

- Peki üç çocuğa da ayrıca buton vermişler mi? Çünkü o ayı çocuklarına da girişiyo.

- Olmaz ööle şey, çoluk çocuğa buton mu verilir. Yanlış basar, eve ceza gelir. Abin mesela üçbuçuk yaşındayken trenin imdat freni kolunu çekti, o zamanın parasıyla yirmibeş lira "usulsüz kullanım cezası" ödediydik. Eve döndüğümüzde baban sinirden abini hortumla dövdü, beni de merdivenden yuvarladı...

- Hah ben de bu konuya gelicektim: Bu durumda, çok önceden beri ailemize ait bir panik butonunun bizde de olması lazım. Hatta buton ne ki, gerektiğinde babamı durdurmak üzere direk Pentagon'a bağlı bir kırmızı telefon hattı verilmeliydi.

- Bilmem belki de vardır. Ailenin reisi diye imza karşılığı babana teslim etmişlerdir panik butonunu.

- Peh... Tabi ya ööledir, hepimizin nüfus kağıdı bile haala babamda duruyo.

- Dursun işte babanda. Naapıcan sen kız kendi nüfus kağıdını?

- Ne demek "Naapıcan kendi nüfus kağıdını" bu nasıl bir soru anne ya? Nüfus kağıdı benim.

- Çene yarıştırma kız anneyle. Mühim evraklar ve televizyonun uzaktan kumandası babada bulunur. Kadın kısmısı ise kömürlüğün anahtarı ve çamaşır makinasının kullanım kitapçığını muhafaza etmekle yükümlüdür. Cemiyet kaidesi bu, örf. İki elektronik, efendim iki modernlik çıktı diye, hemen atadan dededen gördüğümüzü unutacak mıyız? Olmaz olsun böyle atom çağı...

- Ahaha... Atom çağı mı? O geçeli çok oluyo anne. Atom parçalandı bitti, Cern'de atomaltı Higgs Parçacığını bile buldular.

-. Hımm...O zaman şimdi ne çağındayız biz? "İleri demokrasi mi" ne?

- Sen karıştırma kafanı, "uzay çağı" diyelim, bitsin...

- "Bu çağda uzaylı koca bulurum. Herifin mezhebi geniştir, moderndir, larcdır, istediğim gibi parmağımda oynatırım" diye plan kuruyosan, hep söyledim, yine söyliyim Sıdıka: Uzaydan adam çıkmaz! Hem nerden biliyoruz uzaylı kocaların kadın dövmediklerini. O yüzden sen hiç "Artıkın uzay çağındayız" diyerekten uzaylılara güvenme. Yine ne varsa insan kocada var. İnsan koca belli bi yaşa kadar serserilik haytalık etse de neticede alkolu bırakır, tevbe eder, umreye gider, yaşlanır durulur. Ama uzaylıyı tut tutabilirsen. Bi kere herifin kaç yaşında yaşlanıp durulucağını bilmiyoruz. O yüzden oynama elalemin butonuyla batonuyla felan... Gülme, ışık hızıyla terlik fırlatırım, kafan gözün parçacık olur bak...



* * *



- Alo Sıdıka, nasılsın fena ahlaklı kadın? Kenar ben. Kendine köpek ettiğin Kenar. Temiz bir yuva kurup metalik gri bir Doblo araba almak isterken, hayatın girdaplarında vicdansız bir kadının ve...

- Çok yanlış bi yeri aramışsın sen Kenar. Flaş tiviyi arıycaktın, Yalçın Abi'nin programını...

- Bırak şimdi, bir kadın entirikası kurma bana. Ben hangi numarayı aradığımı gayet iyi biliyorum. Bak Sıdıka, sana delikanlı gibi mertçe bir soru soracağım: Bana elektronik kelepçe mi taktırdın lan? Bi türlü sizin evin sokağına giremiyorum. Geçen ordan geçmeye çalıştım, arabanın dingili kırıldı. Dün yaya olarak yaklaşmaya çalıştım, sizin sokağın başındaki kuruyemişçi leblebi kavuruyodu "İftar vakti niye ortalığa leblebi kokusu yayıp milletin nefsine eziyet ediyosun lan" diyerek herifle kavgaya tutuştum, karakolluk olduk. Bugün dedim ki "Lan bari taksi tutayım, Sıdıkalar'ın kapısı önünde ineyim"...Bu sefer taksici yavşakla kapıştık. Kaavenin önünden sizin oraya kadar "Kısa mesafe alamam" dedi terbiyesiz evladı. Ben kendisine hesap sorunca da bi sürü taksici toplanıp şahsıma darp ettiler. Noolacak bu taksici terörü Sıdıka ya? Bazı taksici esnafının yaptıkları Sarı Şehir Magandası lafını hakketmiyor mu? Bu sarı dehşet daha kaç vatandaşı dövecek? Herneyse konu dağıldı, ne diyodum ben Sıdıkam?

- Bence ne dediğini bilmiyodun.

- Yok yok şey diyodum; bi türlü sizin evin oraya yaklaşamıyorum Sıdıka. Ne oluyo da böyle oluyo? Yoksa bilmeden bana uykumdayken bir cihaz mı taktırdın. Elektronik olarak mı oluyo bu aksilikler. Taktırdıysan çıkar Sıdıkam, onun yerine nikah yüzüğü takalım. Bak evlenince alışırız birbirimize. Alo... Ben şimdi kapamak zorundayım Sıdıka. Sarı Öfke peşimde. Bi taksici şu an yerimi tesbit etti, telsizden adam topluyo. Elveda Sıdıkam. Eğer bana bişey olursa bu Kenar seni çok seviyodu...

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:30

  Rüya

Abi... Hadi kalk, bak saat on oldu. Samiim, olm hadi len. Bak babama yakalanıcan şimdi. Biliyorum zor geliyo, muhtemelen şu anda rüyanda Şakira’yı görüyosun ama...
     - Nıheğ? Nası yani? Nerden bildin Sıdıka? Gerçi uyandırdığın sırada Sinop’daydım, Nafiz Dayımla benzin istasyonunda gazoz içiyoduk. Ama bu gece içerisinde Şakira’yı da gördüm rüyamda. Hem de defalarca kez... Heheh... Sahi, nerden bildin kız?
     - Bunda bilemiycek ne var abi, memleketimdeki erkeklerin yarısı on gündür aynı rüyayı görüyo. Valla kız bir geldi, pir geldi. Erkek nüfusunu telef etti o poposuynan. Ne diyim helal olsun. Bizdeki de popo ama elin kızınınkini görmek için Berke Barajı dolusu para ödüyolar. Annem geçen sabah beni gülmekten gebertti. "Kızcağız baseniyle eve ekmek götürüyo" dedi. İyi de en fazla iki sene daha götürür. 2008’in Pirelli Takvimi yayınlandığında çoktaaan.... Abi? Hişşş... Bak gene uyudu manyak. Abiii...
     - Whenever...wherever...ver...
     - Helal olsun valla. Çocuk İngilizce saundtrekiynen beraber görüyo Şakira rüyasını. Eh be Sıdıka sen haala rüyanda "Deprem Dede ile Erozyon Dede"den başkasını görmüyosun. Yıllardır "Riki Martin Duşta" konulu bir rüya görmek istiyorum asla kısmet olmuyo.
     - Ri... Kim duşta kız, nasıl yani? Hın...
     - Ay sen uyandın mı? Yok bişiy, eööö, Nafiz Dayımı diyorum, geçen gece ben de gördüm onu rüyamda. Sünnetinde altın kaplama telefon duş takıyomuş sana. Rüya işte, saçma oluyo haliynen. Hayırdır inşallah. Ehem...
     * * *
     - Sıdıka kız, kaldıramadın mı o koca eşşeği. Baban infilak edicek yer arıyo zaten. Eğer haala kalkmadıysa git söyle, cenin pozisyonunda yere yatsın, daha az zarar görür.
     - Valla bir kaç dürttüm ama oralı olmadı. Söğüt gölgesi pozisyonunda öylece yatıp onaltı yaşından küçük çocukların görmesi sakıncalı rüyalar görüyo.
     - Olmaz öyle şey, bu gece rüyasında Nafiz Dayını görmesi lazımdı onun.
     - Hayret bişey. Kız anne atıp da tutturdun mu? Yoksa, abimin göreceği rüyaların yayın akışı bi yerde mi yazıyo. Hadi Şakira’yı ben de tutturdum ama Nafiz Dayım tamamen sürpriz.
     - Ne atıp da tutturucam, gayet eminim. Bu gece Nafiz Dayını gördü. Dayıngilin gelinlik çağda bi kızı var, rüyasında kız Samim’e buz gibi bi su ikram edicek. O dakika ayı abinin gönlünü çelicek, en kısa zamanda baş göz edicez.
     - Hakkatende rüyasında benzin istasyonunda gazoz içmişler. Ama çok saçma yaa.
     - Neresi saçma? Nafiz Dayı’nla aramızda üveylik var, akraba evliliği sayılmaz.
     - Ben onu demiyorum.Yani, nasıl bilebilirsin ki. Ya yoksa bunlarda mı rüya? Ben henüz uyanmadım mı? Zaten sen gerçek hayatta öyle "cenin pozisyonu" felan diye espri yapmazsın ki. Direk terliği kapar dalarsın abimin odasına.
     - Nasıl bildiğimi izah edemem Sıdıka. Anneler çok şey bilir. Onlara da anneleri öğretir. Hiç bi kitapta tam yazmaz karı milletinin sırları. Adamlar duyup bilmesin diye kulaktan kulağa anlatırlar. Bu gizli sırlar olmasa adamlar taş üstünde taş koymaz. Tezelden birbirlerini gırtlaklayıp dünyayı batırırlar. Ben de sana anlatıyorum ama aklın bi karış havada, öz anan yerine kitap okuyup belgesel dinliyosun. Diskoverek Kanalı felan bilmez bunu. Bak almışsın hemen kitabını, ne yazıyo Tarık Akan "Anne Kafamda Bit Var" Niye anne? Çünkü 12 Eylül’de zulüm görünce evvela annenin kıymetini öğrenmiş adam. Analar az daha kudretli olsa darbe felan da olmaz memlekette.
     - Tamam annecim de, bunun bilimsel bi açıklaması olmalı. Dur bidakka... Senin terliğinin teki nerede Safiye Hanım? Düşündüğüm gibi di mi? Kesin bir ara terliği kapıp abimin odasına daldın sen. O sırada da sana rüyasını anlattı. Az kaldı inanıyodum valla, tam sana "Riki Martin Duşta" rüyası ısmarlıycaktım hehehe...
     - Vay kaltak vay. Tek terlikle de yeterim ben sana. Gel kız buraya kaçma.
     



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:30

Sıdıka Kaçınca...

 

- Gitti işte, sonunda gitti... Sıdıkaam, tuhaf kızım benim, bizi koyup nerelere gittin... Hep senin yüzünden, yerli yersiz hırpalama dedim şu kızı... Baba diil sumo güreşçisi... Kına yak, zilleri tak çıkı çıkı yap...

- Vırıldama be kadın! Sanki bütün kabahat bende... Dünya alem biliyo, maalesef anormal bi kızımız var... Normal bi kız gibi evden bile kaçamıyo... Şu bıraktığı mektuba bak; “Birleşmiş Milletler’e baskı yapmaya gidiyorum”.

- Fena mı. Gayet manalı bi kaçış... Artist olmak için kaçıcağına diplomat olmak için kaçıyo...

- Aynı kızın gibi konuştun... Bi daha bu evde diplomat lafı geçmiycek çarptım mı ottururum.

- Vur be... Vur, ne duruyosun? Çarpsana hadi, kızı da çarpa çarpa kaçırdın zati... Manyeto kılıklı herif... Baba diil, çarpan balık... Vatos...

- Kadın, gelme üstüme vallahi doğrarım seni... İlk bıçakla çan, ikinci bıçakla çun... Ça ça çaan.

- Umurumdaydı sanki, doğrarsan doğra... Gül gibi kızım evden kaçtı...

- Boşuna telaşlanıyosun... Daha önce de “Pentagon’a gidiyorum” diye not bırakmıştı... Zeytinburnu’ndaki Cavidan Halası’na gitmiş, üç gün sonra döndü...

- Sen öyle zannet... O vakit, Macaristan sınırında yakalandıydı... Sen sinirlenip kızı dövmiyesin diye, ben bir “Cavidan Hala” yalanı uydurdum... Bi keresinde de Maastrich Zirvesi’ne gitmeye kalkıştı, taksi tutup bindiği otobüsü Adapazarı’nda çevirttirdim... Onu da senden sakladık...

- İyi halt etmişin... Saklaya saklaya kızı bu hale sen soktun zaten...

- Benim ne kabahatim var ayol... Kızın yaradılışı bööyle... Daha ilkokul dörtteyken öğretmenine “Sivas kongresi bitmiş midir, oraya gitmek istiyorum... Memleketin istikbaliyle ilgili müthiş fikirlerim var” demişti... Biz de kızı bidaha okula yollamadık, “cin tuttu” diye hocaya götürdük... Keşki okula gitseydi, bitirip konsolos olurdu... İçinde kaldı yavrucağın, ondan böyle tuhaf...

- Naapalım, okutamadık işte... Zengin olsaydık papatyalık filan yapardı... Yavrucak, pencere önü çiçeği...

- Geçen gün mutfakta kızcağızı koca bir havuçla joplarken bööle demiyodun ama... Nazi şey... Baba diil, kontrgerillanın sivil uzantısı.

- Kız ne diyosun sen sabahtan beri abuk subuk. “Baba diil, Sumo güreşçisi, çarpan balık, vatos, manyeko, kontrplak, siğil uzaylısı” filan... Nası lakırdılar onlar ööle?

- Aman ne biliim Sıdıkacığımın lafları... Sen hırpalayınca, ööle yüzükoyun yatağına uzanır, ağlaya ağlaya bu lafları söylerdi... Aah benim boncuk gözlü kızım... Keşke burda olsaydı, cim cim konuşurdu, anlar, anlamaz dinlerdik... Kanarya sesi gibi... Hep senin yüzünden, kızı bakkala bile yollamıyodun, bak şimdi sınırötesi operasyon gerekiyo...

- Ben bakkala gitmesin diye O’nun iyiliği için söylüyodum bikere... Kanal Market olayı çıktı, bi telefon ediyosun eve kadar getiriyolar...

- Hadi ordan kıvırma şimdi... Demogog şey.

- Kaltak!

- Demogog!

- Büzerim senin o ağzını... Bilip bilmeden sövülmez kocaya...

- Vatos...

- Kim?

- Götoş...

- Nea? Eh ulan ben seni şimdi, çan çun...

 

* * *

 

- Ay kız, vallahi adam baba diil insanlık dramı... Şuna bak, annemi ne hale sokmuş. Kız anne... Du yu hiır mi? Benim, kızın Sıdıka. Boncuk gözlü, tuhaf kızın... Aman, tamam küssün galiba... Öpiim barışalım... Bi koşu Birleşmiş Milletler’e gidip gelicektim, ne biliim babamın seni alçıya aldırtıcağını... Acıyo mu? Hep bu Sırplar yüzünden... Birleşmiş Milletler de tuttu önce Somali’ye gidiyo... Bakalım bizimkiler naapıcak? Ona göre bi politika belirliycem... Şimdilik BM’ye gitmeyi erteledim... Fakat görürsün bu Sırplar Makedonları da rahat bırakmaz... Bölgenin yeni haritası bence şöyle olucak... Bi saniye uzat, alçının üstüne çizicam...

- Kız harita filan çizme... Baban görürse yeniden kırar, ikimizi birden bitkisel hayata sokar bi daha da çıkarmaz... Yapma evladım, uğraşma şöyle şeylerle... Aklına geldikçe “Enuzubillahişeytaniracim” de... Spor yap, şnav çek... Kıyma bize... 

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:32

SESLERİM Atilla Atalay

Gözlerini gözlerime dikmiş… Kaçırıyorum, yine buluyor… “Sen, sen bana dokunuyorsun” dedi… “Yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun, ama anlatılmaz güzellikte bir şey.”

Tanrım, birşey olsa… Aygaz kamyonu filan geçse… Aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa… Bu romantik ortamın içine etse… Ne oldu bu kıza, neler söylüyor…

“İyi ki varsın… İyi ki… Neye benziyo biliyor musun? Eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı. O boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… Hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… İşte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.”

İşi şamataya boğmalıyım, yoksa fena olucak… Bu havada hayatta dolu yağmaz… Aygaz kamyonu geçiceği de yok… Kız resmen yerli film replikleri atıyor… Hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım acır… Yerli film… Evet… Yerli film…
Ordan sı.malı muhabbete… En Ayhan Işık sesimi kullanarak, hınzır bir ifadeyle, ona Belgin Doruk muamelesi çektim… Misilleme olarak Yeşilçam öykülerinin değişmez repliğini attım…

“Bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle… Onbin,yirmibin?..”

Esprime güldü… Güzel… Ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım… Gülmesi bitince, “Bu da senin numaran” dedi… “Zırhın delinsin istemiyorsun… Hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun… Aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki… Böyle bir numaraya gerek yok… Koyver gitsin kendini.” Gözlerime anne anne bakıyor… “Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan” dedim, Ayhan Işık sesimle…

Dedim, ama mümkün değil… Saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı…

Ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum… Sırasıyla Necdet Tosun, Sami Hazinses, Cilalı İbo, Turist Ömer, Ediz Hun… Hatta bir ara ayağa kalkıp “Ayy-gaaz” diye bile bağırdım…

Sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına izin vermedim… Yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım… Erkeklik gururuma, değmesindi yağlıboya…

“Korkacak bir şey yok” dedi… “Ben sana ne yapabilirim ki?”

“Çok şey” dedim… “Çok şey” derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. Hemen kendimi toparlayıp Ediz Hun, Ayhan Işık, Fügüran Osman ve Erdal İnönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez “Çok şey” demeye çalıştım… Ama üçünde de kendi sesim çıktı…

Sonra… Sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu… Ben onu hiç aramadım… Bir gün aklıma fena düştü, aradım… Aslında aramadım… Telefon açtım.

O, “Alo… alo” dedi, ben sustum… Aniden,”Susarken bile Ayhan Işık taklidi yapıyorsun” dedi… Anlamıştı… Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı…

“Ne fena diil mi?” diye sürdürdü… “İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır… Sevilince de ödü patlar…” Sustum… “Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi… Artık arama, olur mu?” dedi. “Ve sakın üzülme… O öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”

Yine sessizlik… Derken, Belgin Doruk gibi son cümlesini söyledi….”Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun… Boşver… Ne diyorlardı… Gençsin, unutursun.”

Genç miyim, unutur muyum?.. Telefonu kapadım… Sokağın köşesinden, yırtınarak bir Aygaz kamyonu geçip gitti…



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:33

Geliş Gidiş - Atilla Atalay

 

O giderken ne yapacağınızı bilirsiniz… Kara gün dostlarınızı arar, yaşamınızı alkol buğulu geyiklere gömer, on bin kitap, yüz bin film izlemeye çalışırsınız… Öğrenciyseniz, okulun en kazık dersine, durduk yere niye kafayı takıp,nasıl tek vuruşta o dersi haklayabildiğinize kimse –kendiniz dahil- hiçbir anlam yükleyemez… Deli gibi halı sahada top koşturanlar, çeşitli kurslara yazılanlar, kibritten ev, şişe içinde gemi, marangozluk yapanlar, balık tutmaya kalkışanlar bile olur… Bu unutmaya çalışmanın hüzünlü bir deliliğidir… Onunla birlikte kendinizi de unutmaya çalışırsınız aslında… Kendinize "Yaşam devam ediyor,geçip gidecek." dersiniz… Unutur musunuz peki? Bu zamanla ilgili bir şeydir… Parmağına çekiç vurmuş bir insanın, elini deli gibi sallayıp zıplaması, söz konusu acıyı asla geçirmez…

Gittiğini boş verelim şimdilik… Ben geleceği günü anımsıyorum… Asıl çekici o gün vurdum parmağıma… Duvara yağlı boya resim asmaya kalkıştım. Resmi severdi… Onu etkilemek istiyordum… Olduğumdan başka görünmek istemiyordum… Ama gerçekten, odam benden izleri asla taşımazdı… Kitaplarımı, kasetlerimi boş karton kutulara yığar, bir tek benim bilebileceğim yerlere koyardım… Onların dışında çek yat, televizyon, masa falan işte…
En baba kitaplarımı bulup ortalığa serpiştirdim… Çalmam gerekir diye bağlamalarımı,gitarımı akord edip,çekiç vurduğum parmağı 45 dakika kadar emdim, duvara astığım resme tükürdüm sonra… Acayip canım yanıyordu… Buzdolabının buzluğundan bir parça et çıkarıp parmağıma bağladım… Zonklaması biraz azalmıştı…
Aslında başlangıçta iyi niyetliydim… Sadece odam benden izler taşısın istiyordum… Sonra annemlerin oturma odasındaki hayvani müzik setini kendi odama nasıl soktuğumu, Fıratlara telefon edip evlerindeki mor, lila ve fuşya renkli köşe yastıklarını niye ödünç istediğimi bilmiyorum… O gün çıkıp beş saat Gitanes sigarası aradıktan sonra, kendime Zippo çakmak almam da bir muammadır…
Aniden geldi… Elini sıkıp onu öperken, avcuna, az önce parmağıma sardığım et parçasını bırakmışım… Gözünden yaş gelinceye kadar güldü…
Ama zaten her şey komikti… O oda benim değildi, o herif ben değildim…
Allahtan manyak mavi gözleri epey derine bakardı, onca şeyin arasında beni de gördü…
O ilk gelişinden sonraki gidişinde, ardından, oturduğu yerlere oturdum… Kamera gibi bakmaya çalıştım… Yastıkları görmüş müydü, müzik setinin yeri iyi miydi? O inanılmaz zarifliğiyle attığı adımlardan attım, durduğu yerlerde durdum, onun gibi bakabildiğimi sanarak baktım, durdum…
Bunlar işte… Her geliş gidişte bir seri anlamsız hareketi tekrarlarsınız…
Unuturken, sinemaya gidersiniz, öyküler okursunuz, gülersiniz, gözleriniz dolar… "Gerçekten başından geçti mi? " diye sorarsınız öykücülere, oysa "Anlatılan sizin hikayenizdir" hep… Birileri avcunuza kalbini bırakır, derin mavi bakmayı bilmiyorsanız, göremezsiniz...

Atilla Atalay

 



Mesajı Yazan: terapist
Mesaj Tarihi: 22.Mart.2012 Saat 13:35


 Kırılan Atilla Atalay


Kırık kalpleri götürürsün peşinden, çocukken yarım bıraktığın ekmekler gibi, ardınsıra koşarlar. Olmadık bir zamanda kendilerine dair şarkıyı kulağına fısıldar herbiri. Duymam artık sanarsın, dudağın o bildik melodiye hüzünle eşlik ederken, sen içindeki boşluğu bir başka boşluğa savurup avunursun. Kendi kırıklığını bir başkasının peşine takınca suskun ve çaresiz, belki, o zaman...

"Büyürüm di mi. Anlarım hanyayı konyayı. Vay be, derim, bööleyken bööleymiş meğersem. Çok iyi yaa. Sen ayrıcalıklısın şimdi, ne güzel, tüm bunları biliyorsun... Bırak, ben de kendikendime öğreniyim. "

Sana daha neler söyledim, daha nasıl yaraladım, şimdi hatırlamıyorum. Oysa, kırıcı olmamak için Muzo' dan dersler almıştım. "Ben sana layık değilim" yolları yapıcaktım. "Kafam karışık, kendim bile anlayamıyorum, ben galiba dengesiz birisiyim" filan diycektim. Final, "seni incitmek istemiyorum" cümlesi olacaktı. Daha nasıl inciteceksem artık. Öyle demiştim. Sen, susup kalbini peşime taktın. İlk ardıma baktığımda yok sanmıştım... Yazdığın mektuplar, şiirlerin, anlamlar yüklediğimiz deniz kabukları, küçük taşlar filan, alayına Sindirella'nın gece tarifesini açtım. Zaman dolmuştu, her birinin tılsımı gitmişti, taş, bildiğin taş; kabuk, cümle denizlerin, hatta okyanusların en sıradan kabuğuydu. Her dalga getirip atardı onlardan insanın önüne. Şiirlerin, geyik masalarına meze oldu...

Utanmadım, "bunları bana yazmıştı" diye anlatıp; üstüne en alçak rakılardan içtim. Senden bana, "Kendini dağıttı" diye haberler getirdiler... Dağılan bendim, anlayamadım; onlar, hiç fark etmediler...

Bana "Ay, kendimi tanıyamıyorum" dedi. "Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorum, hayret bişey". Daha fazla içmeyim diye bira bardağının ağzını kapattı. "Sen elinden geleni yaptın" diye sürdürdü. "Ben olsam, çok fena kırılır, bir daha beni aramazdım" dedi. Belki kabus görüyorumdur, diye kalkıp tuvalete gittim. Bu kız Muzo'yu tanıyor olamazdı. Yoksa, Muzo'nun "insan bitirme" teknikleri, üniversitelere seçmeli ders olarak konmuştu da benim haberim mi yoktu? Döndüğümde, "Bari sen söyle niye aniden sana karşı bişey hissetmez oldum. Oysa ilişkimiz daha yeni. Neden acaba. Ben ööle çok psikoloji kitabı okumadım" dedi. Aklımdan, patlıcan sıcakları, Habitat sonrası düşülen kentsel iletişim boşluğu, güneşteki kara lekeler, Ebabil Kuşlarının Başkentin çeşitli yerlerine yuva yapmaya başladığı ve bunun bir kıyamet alameti olduğu gibi anlamsız bir yığın neden söylemek geçti... Gülerdim, gülerdi, ben ölürdüm...

"Çok güzel şeyler yaşadık." dedi. "Adeta bir mucizeydi. Öyle mutluydum ki, herkes bana bi tuhaf bakıyordu. Dün, Firuze'ye anlattım durumu, bittiğine çok şaşırdı"... Yaa, demek çok şaşırdı Firuze. Sen de onunkine şaşırırsın vakti gelince. Öööle geyikleyip gidersiniz hayat boyu, daha durun bakalım, birbirinize anlatıcak kaç hikayeniz olucak. Ben, konu mankeni olarak bulunuyorum zaten hayatınızda. Firuze kim, bilmem etmem. Ama muhtemelen bu olup biteni benden daha iyi anlıyodur. Sen konuş Firuze, ben de ööle çok psikoloji kitabı okumadım hayatta. Nedir şimdi bu olup biten, ben neresine düşüyorum? Belki de bu Firuze, Muzo' nun dişi olanıdır.

Şimdi, yüzünde, ayağına kızgın ütü düşürmüş gibi acılı bir ifadeyle ayrılık replikleri attığı bu kafede ilk buluştuğumuzda, "bana olan duygularını" anlatmıştı... "Emin misin?" diye sordum, ilkten, " insan yaşamda neden emin olabilir ki" anlamında bişeyler söyledikten sonra,
"iğrençsin" demişti, "neden durduk yere seni kırmak talebiyle yaşamına giriyim ki, nası yani ööle anlık bişey, sen beni ne sanıyosun?" Gözlerinden, inanmamam gerektiğine dair şeyler okuyordum ama, galiba, yıllar öncesinin laneti kalkanlarımı aşağıya çekiyordu. Belalara karışma, vurulup düşme sırası bana gelmişti. Yıldızsız, hilâlli bir gecede, bir tuhaf ses, ısrarla adımı okuyordu.

"Biliyorum, benim başlattığım bu ilişkide, yine ben daha mesafeli davranabilirdim. Şimdi bu kadar kırılmazdın belki. Ama bunu ben seçtim. O sırada içimden gerçekten ööle geliyordu"... O konuşuyor, söz konusu kızgın ütüden benim ayaklarıma da düşüyor, boğazımda petrol yüklü tankerler ardı arkasına infilak ediyor. Kılavuz kaptan içimden bir kaç sözcük geçirmeye çalışıyor, daha dudaklarıma ulaşmadan kül olup gidiyorlar. Oysa, "Demek senin seçimin haa" demek istiyorum." Başka hoş seçimlerin var mı peki? Örneğin içi yavru dolu bir kuş yuvasının üstünde zıplamak ister misin, akvaryumda dolaşan kırmızı balığı yutmak? Oynarken, canını yakmak istediğin başka bir canlı türü var mı?" Birileri kafenin dekorlarını söküyor sanki, Muzo ile Firuze oyunu seyredip bitirmişler, yerler çekirdek kabukları, frigo kağıtları, buruşturulmuş sıra numaralarıyla dolu. Perdeyi güveler yiyor. Sigara benim, dekor değil, yanımda getirdim, garsona kaptırmayıp cebime atıyorum. "Neyiniz vardı" diye soruyor garson, O, "ne istediğimi bilmiyorum" diyor, garson, "hangimiz biliyoruz ki " diye söyleniyor. Ben konuşamıyorum ya; garson, oyun bitsin diye benim laflarımı da söylüyor. Bir güve gelip, perdenin hepsini yiyip bitirdiklerini dolayısıyla boş yere perdenin inmesini beklememiz gerektiğini anlatıyor... Ya da bana öyle geliyor.

Arabadan inerken, "Sen yine de beni tanıdığın için o kadar mutsuz olma" diyor, peki, olmam. İstediğimiz zaman birbirimizi arayabiliriz. Hatır felan sormak için yani. "iki medeni insan gibi"... Tabi, ben bir kertenkeleyim ya, kopan kuyruğum yeniden çıkınca ararım seni. Korkma sen ama, aziz dostun, "eks sevgilin" kertenkele, kellesini vurup yerden yere, kendisini dağıtmaz. "Hadi, sen de kendine iyi bak. "
Kapısı kapanınca, arabanın içindeki ışık da söndü. Şimdi, her yer karanlık. O, apartmanın kapısına doğru kuş gibi hafiflemiş yürüyor. Karanlıkta, peşinden pıtı pıtı koşan küçük bir şeyi farketmiyor. Belli ki henüz bilmiyor. Oysa, "Kırık kalpleri götürürsün peşinden. Çocukken yarım bıraktığın ekmekler gibi, ardınsıra koşarlar."

Atilla Atalay




Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50 - http://www.webwizforums.com
Copyright ©2001-2007 Web Wiz - http://www.webwizguide.com